Trakya Beyin Platformu

25 Aralık 2011 Pazar

AGARTA

Budist kökenli bir kelime olan Agarta, yeraltında kurulu olduğuna inanılan ve milyonlarca kişinin yaşadığı kente verilen addır.

Başkenti Şamballa olan bu imparatorluğun yöneticisi doğuda “Dünyanın Kralı” olarak bilinir.

Birçok kaynakta, “Dünya Kralı”nın yeryüzündeki temsilcisi Tibetli Dalay Lama olarak geçer. Doğuda Tibet ve batıda Brezilya, dünyanın iki ayrı ucunda tünel şebekelerine sahip iki ülkedir.

Mısır’daki Gize Piramidi'nin altında bulunan gizli odaların da yeraltı dünyası ile ilişkisi olduğu iddia edilir. Firavunların, bu tüneller aracılığıyla yeraltında tanrılar veya üstün varlıklarla temas kurabildiği iddia edilir.

Mısır tanrıları ve krallarının dev heykelleri ile doğudaki Buda heykellerinin, insan ırkına yardım etmek üzere yerüstüne çıkan bu üstün ırkı temsil ettiğine inanılır.

Bu cinsiyetsiz Agarta temsilcileri, aynı zamanda yeraltındaki ütopik cenneti temsil ederler.

İddialara göre, Hz. Nuh gerçekte bir Atlantisli idi ve Atlantis sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı.

İnanışa göre, Atlantislilerin çıkardığı 'nükleer savaş' sonucu meydana gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya’nın yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yeraltı şehirlerine yerleşmişlerdi.

Agarta medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir devamı niteliğindeydi.
Geçmişteki korkunç nükleer savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının binlerce yıl ilerisindeydi.

Yeraltındaki bilim adamları, bizim bilim adamlarımızın bilmediği enerji türlerini bilmekteydiler. Bu enerjiler hem uçan, hem de karada giden taşıtlarda kullanılmaktaydı.

TÜNELLER AĞI

Agarta İmparatorluğu’nun birbirine tünellerle bağlı yeraltı şehirlerinden oluştuğu ve bu tünellerde, uzay araçlarına benzeyen taşıtlarla dünyanın her köşesine gidilebildiği öne sürülürdü.

Agarta’daki halk, “Dünya kralı”nın başkanlığında bir hükümet tarafından yönetilmekteydi. Bu insanlar, Lemurya, Atlantis ve tanrılar ırkı Hyperborluların temsilcilerinden oluşmaktaydı.

İNSANLIĞI KURTARAN VARLIKLAR

Tarihin birçok döneminde Agartalı üstün varlıklar yeryüzüne çıkarak, insan ırkına rehberlik etmişler ve onları savaşlardan, felaketlerden ve yok oluşlardan kurtarmışlardı.

Hiroşima’ya atılan ilk atom bombasından sonra, ortaya çıktığı söylenen uçan dairelerin bu nedenden dolayı geldiği iddia ediliyordu.

Hint destanlarından “Ramayana”da, Rama’nın Agarta’dan uçan bir araçla geldiği anlatılır. Aynı şekilde İnka İmparatorluğu'nun kurucusu Manco Copac da uçan bir araçla geldiği söylenir.

Amerika kıtasında ortaya çıkan Agartalıların en önemlilerinden birisi de Maya, Aztek ve genel olarak Kuzey ve Güney Amerika’daki yerlilerin en büyük efsanevi önderi Quetzalcoatl’dır.

Başka bir ırktan (büyük olasılıkla Atlantis’ten) gelen bu beyaz adam, Meksika, Yukatan ve Guatemela’daki yerliler tarafından “büyük kurtarıcı” diye anılmaktadır. Aztekler ona “Sabah yıldızı” ve “Bereket tanrısı” derlerdi.

Quetzalcoatl, “Tüylü Yılan”, yani yılan şeklinde sembolize edilmiş “öğretici bilge” anlamına geliyordu. Bu isim ona uçan bir araçla geldiği için verilmişti.

Mısır inançlarındaki Osiris başka bir yer altı tanrısıdır. Bazı araştırmacılar da, Yunan mitolojisinde geçen tanrıların Atlantisli yöneticiler olduğunu ileri sürer.

TÜRKİYE'DE DE ÖRNEKLERİ VAR

Agarta'nın, dünyanın her tarafına yayılan tünel ve şehirler ağına Türkiye'de de rastlandığı öne sürülüyor.

Kapadokya bölgesinde bulunan Mazıköy, Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı kentleri, bazı araştırmacılar tarafından Agarta'nın bir ispatı olarak gösterilir.

Bölgede bulunan ve büyük bir kısmı halen keşfedilmemiş olan yeraltı kentlerinin, bilinenden daha büyük ve derin bir alana yayıldığı düşünülüyor.
HİTLER DE PEŞİNDEYDİ

Agarta İmparatorluğu'nu bugüne kadar araştıran belki de en ilginç isim, Nazi Almanyası'nın lideri Adolf Hitler.

Alıntı
DEVAMINI OKU..

12 Aralık 2011 Pazartesi

AŞKIN VE İHANETİN KİMYASI

Kadın ve erkek diye isimlendirilen iki insan, dünya üzerindeki beşeri hayatı yan yana birlikte yaratmış ve yürütmüş binlerce yıldır. Binlerce yıldır sözün, sazın, resmin, romanın, sinemanın temaları hep bu ikilinin paylaştıklarını ya da paylaşamadıklarını anlatmaya, yansıtmaya, tarif etmeye çalışmış. Gerçek sevgi ve bağlılıkla, tam uyum ve doyumla, omuz omuza birlikte yürümenin yolları aranmış türlü yöntemlerle. 

İnsan, kendi varlığını devam ettirtmek için doğanın verdiği güdülerle eş seçerek ve üreyerek yaşamını sürdürürken bir yandan en küçük sosyal birim aileyi oluşturmuş, bir yandan diğer toplumsal kurumları geliştirmiş. Bugünkü modern dünyaya gelene kadar geçilen tüm aşamalarda hayat biraz daha değişmiş. Koşullar değişse de kadın ve erkek her yerde yan yana hayata devam etmiş acısıyla tatlısıyla…

Kadın ve erkeği bir sürü zıtlık ve farklılığa rağmen binlerce yıl bir arada tutabilen bu büyük gücün adı aşk. Eş olma, aile kurma, bir toplumun ferdi olma gibi sıralanan ilişki kurma ve sosyalleşme merdivenlerinin ilk basamağında aşk duruyor ve yaşam onunla başlıyor. 

Teknoloji ve modern insan modeli, hayatını artık elle tutulur, gözle görülür şeyler ile yaşamayı sürdürse de aşk gizli bir özlem ile herkesin bedeninde yanmaya devam ediyor hala. Arayışlar başka isimlerle adlandırılsa bile psikolojisi aşkla beslenmediği sürece insan mekanik bir canlıdan öteye geçemiyor. Kanımızdan, damarlarımızdan, hücrelerimizden, genlerimizden silip atamayız aşkı…

Bizler binlerce yıldır aşk ile kalbimizi ilişkilendirsek de aslında aşk; beynin yarattığı ve belirlediği bir olaymış. Bilimin yaptığı çalışmalar son yıllarda “aşkın kimyası” olduğunu keşfetmiş. Artık kadın ve erkek arasında yaşanan pek çok şeyin, özellikle de ihanetin, birtakım kimyasal olaylar nedeniyle meydana geldiği laboratuar delilleriyle ispat edilmiş! 

Beynimiz aşkın hormonlarını üretmeden önce çevre ve doğa vazifesini yapar ve bizi “aşk”a hazırlar. Aşkımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen hormonlarımız dışındaki nedenler; dünyaya gözümüzü açtığımız ailenin özelliklerinden, ait olduğumuz toplumun kültür, bilinç, sosyal, etik, siyasi bütün yapılarından dolaylı ve dolaysız bir sürü etki alır.

Öncelikle çocuk yaşlarda her birey için, bilinçaltında mükemmel kadın ve mükemmel erkek imajı oluşur. Bu imaj, anne- baba- arkadaş- olaylar- çevre ve bizde iz bırakmış pek çok karakterin bileşiminin kendi süzgecimizden geçmesiyle oluşur. Sözel tarifini her zaman yapamasak da hepimiz için hayal edilen mükemmel bir model mevcuttur. Vakti geldiğinde artık bilinçaltımızda tamamen modellenmiş olan tipe en yakın olan ile karşılaştığımızda dünya duruverir birden. Kalbimiz normalden hızlı atmaya, sesimiz titremeye, ağzımız kurumaya,  her yerimiz titremeye başlar ve bulutlarla beraber gökyüzünde dolaşmaya çıkarız. Aklımız başımızda değildir artık ve bizi neredeyse çıldırtan duygular yaşarız.

Bu tür duygular bir takım uyuşturucular alındığında da yaşanır ve yapay olarak dışarıdan verilen bu maddelerin yaşattığı bu duruma “upper” denir. Beyin, upper denilen bu hali yaşatacak neurotransmitter maddelerden otuz tanesini kendi başına da üretecek durumdadır. Dopamin ve neuropinefrin bunlardan ikisidir ve o en mükemmelimizle karşılaştığımızda, beynin salgıladığı bu neurotransmitterler artık Aşk olarak damarlarımızda dolaşmaya başlamıştır. 

Bazı aşklar öylesine yoğun yaşanır ki, aşıklar için zaman-mekan kavramları yok olup, var olmanın ötesine geçilir neredeyse. Güneşin batışı, bir şarkının söyledikleri, sevgilinin dokunuşu, gözlerinin bize bakışı, dudağının sıcaklığı; kendiliğimizi bize unutturur ve “O “ oluruz birden bire. Aslında beyin seratonin salgılamaya başlamıştır ve bu salgı bizi pembe dünyaya uçurmuştur damarlarımızda dolaşırken. Cazibenin yarattığı bu ilk durum heyecan, gerginlik, anksiyete ve depresyon benzeri belirtiler verir vücudumuzda. Yemek yiyemez, uyuyamaz, onu görmeden duramayan saplantılı bir hale geliriz.

Ne var ki beyin bu salgıyı sürekli ve ömür boyu salgılayamaz. Bu aşk evliliğe ya da sürekli beraberliğe dönüşüp, cazibe temelinden çıkıp dostluk ve bağlılık temeline oturduysa, artık beyin endorfin salgılamaya başlamıştır. Bu salgının verdiği duygu daha sakin, rahatlatıcıdır ve panik, anksiyete, depresyon durumundan çıkmıştır artık aşk.

Aşk çeşitli evrelerle yaşanır ve cazibe, ilişki, bağlılık aşkın ilk evreleridir.

Hem cazibe hem bağlılık insan ırkının devamı için gerekli koşulların oluşmasını sağlar. Cazibe; çiftleşme ile çocuğun doğmasını sağlar, bağlılık ise babanın ortadan toz olmasını engeller. Böylece aciz çocuğun hayatta kalması için anne ve babanın işbirliği yapmasına yardımcı olur. 

Kadın ve erkeğin aşkının hikâyesi tabii ki bu şekliyle sona ermez genellikle. Özellikle de sonraki yıllarda o mutlu sonların devamı başka türlü bir kimyaya dönüşür:

İhanetin kimyası… 

Çiftleşme gerçekleşip yeni canlı doğunca, bilim her şey buraya kadar deyip araştırmayı bırakmamış; aşk ve ihanetle ilgili bakın nasıl bir araştırma sonucuna da ulaşmış!

Bazı hayvanların ve tabiî insanın neden çok eşliliğe yöneldiği sorusunun cevabı bir tarla faresinde bulunmuş. Garip gelecek ama evet, bir tarla faresi ihanete ışık olmuş.

Kahramanımız olan fare, geniş çayırlık alanda yaşayan sadakatiyle ünlü bir tür ve ergenliğe ulaştığı ilk zamanlarda çiftleştiği eşinden asla vazgeçmiyor, ömrünün sonuna kadar asla başka bir fare ile çiftleşmiyor. Yapılan deneylerde eşi öldükten sonra bile diğer başka bir farenin bütün cilve ve oyunlarına başını çevirip bakmıyor. Bunu sağlayan şey ise iki hormon sadece, birisi oxcytocin, diğeri vasopressin… Oxcytocin’in sosyal davranışları, vasopressin’in hafızayı etkilediği biliniyor. 

İlk çiftleşmeleri sırasında bu farelerin beynindeki oxcytocin ve vasopressin hormonu üretimi rekor seviyeye ulaşıyor ve yapay olarak bu hormonların seviyesi düşürüldüğünde davranışları da değişip ihanetler başlıyor. Sadakati olmayan diğer fare türlerine yine yapay olarak verildiğinde ise en çapkın fareler bile eşlerine son derece sadık hale geliyor.

Bu deneyin sonuçları, insanın sadakatini sağlamak için değil otistik çocukların aileleriyle sağlıklı ilişki kurmasını sağlamak için kullanılacakmış sadece. İnsan üzerinde zorla sadakat yaratmak, evrensel kişilik haklarının ihlali sayılır çünkü…

Bırakalım sadakat kendi istemiyle ve özgür iradesiyle oluşsun insanda, ötesi kölelik olur değil mi?



Aşk sadece kimya ile açıklanabilir mi?

Kimyasal olaylar vücudumuzda bu kadar etken olmasına rağmen aşkı ve ihaneti anlatmak için tek başına yeterli değil. Hormonların dışında yüzlerce faktör, nasıl aşık olacağımıza ve aşkı nasıl yaşayacağımıza, hangi tercihlerle hayatımızı cennet ya da cehennem haline getireceğimize birlikte karar veriyor aslında.

Hayatın tamamı sadece basit birkaç hormonla belirlenseydi bu kadar karmaşa ve mutsuzluk olur muydu ikili ilişkilerde ve ilişkilerden topluma yansıyan tüm acılarda?  

Kadın ve erkeğin birlikte olma koşullarını belirleyen, ilişkinin kaderini ve ömrünü etkileyen ciddi farklılıklar yaratan hormonlar daha anne karnında iken kaderimizi yazmaya başlıyor. Döllenme anında x ve y kromozomlarıyla belirlenen cinsiyetimiz, sonraki aylarda annenin hormon salgılarıyla bombardımana uğruyor ve dünyaya gelmeden fizik ve beyin yapısı üzerindeki farklar belirginleşiyor. Dişi ya da erkek olarak nefes almaya başladığımızda ise bu ayırımı pekiştirecek binlerce faktör ve koşul dünyada bizi hazır ve nazır olarak bekliyor.

Kendimizi bedensel olarak keşfetmeye başladığımız ilk anlardan itibaren sorsak da sormasak da cinsiyetimiz ilgili bilgiler üzerimize yağmaya başlıyor.

“Sen kız çocuğusun, etek giyeceksin, tuvaletini ayakta yapamazsın, bebeğinle oyna, asi olmamalısın, etrafı temiz tut, yemek yapmayı ve ev işlerini öğrenmelisin, gece sokağa yalnız çıkamazsın, aman erkek çocuklardan uzak dur yoksa maazallah, gelinliğini hak ederek tertemiz giyeceksin, bir mesleğin olsa ne olacak, nasılsa evlenip kendine baktıracak bir koca bulacaksın, bak gördün mü evde kaldın, biraz kırıtıp sırıtmadın, kocan gelmeden evde olmak senin görevin, çocuklarına iyi anne olamıyorsun, benimle yeterince ilgilenmiyorsun bu yüzden ihaneti hak ettin…” 

“Aman oğlum ne kadar uzağa i...miş,  ne de büyük tabancası varmış, göster bakalım amcana  p…’ni, erkek adam ağlamaz, kız gibi sırıtmasana, adam ol adam çok para kazan, erkek adam bulaşık mı yıkarmış, vurdun mu devireceksin, adam kız kardeşine sarkmış sen ayakta uyuyorsun,  evine ve karına bakmak zorundasın, küfür bilmeyen adam adam değildir, bir çiçekle ömür bitmez.” 

Bütün bu güzel(!) motivasyonların yardımıyla cinsin iyice tescillenmiş olur ve ömür boyu çıkmayacak bir elbise olarak üzerine giydirilir.

İnsanın hormonları doğasının ve yapısının temel belirleyicisi olsa da, çevre, aile, toplum koşulları davranış biçimlerine negatif yönlendirme ve koşullama yapsa da, düşünerek, tercih ederek, ölçme, değerlendirme yaparak hareket etmesini sağlayan önemli bir farklılığı vardır oysa ki…

İnsanı hayvandan ayıran, salt kimyadan biraz uzaklaştıran yine beyninde yer alan farklı bir bölüm vardır ki o da beynin dış yüzeyini kaplayan kortekstir. Serebral korteks, düşünce, teorik öğrenme, yaratıcılık, beş duyu, bellek ve hisler, problem çözme ve karar verme yetilerini düzenler. Bu bölüm öğrenmeleri ve duyguları biriktirir, içgüdüleri organize eder. Bütün motivasyonları değerlendirmede ve kendi davranışlarımızın şeklini belirlemede etkindir. Beynin kimyasalları üreten kısımlarına uyarılar gönderir, yaşanmış bir hayal kırıklığı nedeniyle aşkın kimyasını oluşturmada baskı yaratabilir. Bu baskılarla irade ve kontrol denilen davranış biçimlerimizi düşünce yoluyla kendimiz belirleyip, hayatımızı içgüdülerimizden ve hormonların direk etkisinden yalıtabiliriz. 

Aşk ve ihanet kimyasaldır, aldatmak doğanın gereğidir savının arkasına saklanmaya çalışanlar bir de korteks denilen ve beyni çevreleyen bu yapının niye var olduğunu kendilerine bir sorsunlar.

Yaratılış temelimizin üzerine binlerce yılın kültürünü, sosyopsikolojiyi, bireysel psikolojimizi, örfü ve kanunları oturtarak yıkılmaz tuğlalarla örülmüş ayrı iki tapınak haline gelmişiz kadın ve erkek olarak.  Bir tapınaktan diğerine yol yok ve herkes kendi mihrabının önünde ellerini açmış dua ediyor sadece ve sadece kendi öz mutluluğu için. 



Tapınak deyince Halil Cibran’ı anmadan olmaz…

Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın…
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız,

Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız,

Tanrı'nın suskun anıları katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız,

Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz boşluklar olsun,

Ve Tanrısal âlemin rüzgarları esip dolanabilsin aranızda,

Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın,
Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi.

Birbirinizin kadehini onunla doldurun ama aynı kadehi eğilip içmeyin.

Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın,
Şarkı söyleyin, dans edin, eğlenin birlikte, ama ikinizin de birer Yalnız olduğunu unutmayın,

Çünkü udtan dağılan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır.

Yüreklerinizi birbirine bağlayın ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın,
Çünkü ancak Hayat'ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan,
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın,

Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır,

Çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez… 

***

Mesele aynı tapınağın ayrı sütunları, aynı lavtanın ayrı telleri olmakta…

Mesele Selvi ile Meşe olmakta…

Mesele; Ol’manın sırrını birbirinde bulmakta
DEVAMINI OKU..

21 Kasım 2011 Pazartesi

NİÇİN KIRILIRIZ?

Niçin Yalan Söyleriz? Özümüz ve Sözümüz Bir Olamaz mı?

Niçin yalan söyleriz? Diğerimiz için, kaybetmekten korktuğumuz için, güya üzmemek, üzülmemek için…

Yapabileceğimiz ve yapamayacağımız şeyler taa küçük yaşlarda öğretilmiş, bu bilinç kalıplaşmıştır beynimizdeki diğer kalıplar gibi.

Niçin kırılırız?

Sevgiyi nasıl yaşayacağımız, nasıl en güzel ifade edebileceğimiz öğretileceğine, kırılmasın, kırılmayalım diye “beyaz yalan-siyah yalan” diyerek yalanlara başvurmamız öğretilmiş, hatta tembihlenmiştir. Yalanı büyüklerimiz örnek-model olarak bizlere sunmuşlar, sevgiyle yetiştirecekleri yerde, korkuyla yetiştirme yoluna gitmişlerdir. Hep koruma güdüsüyle, korkuyu bilinçaltlarımıza ekmişlerdir kendilerine de yapıldığı gibi. Oysa yalandan korusalardı bizleri… Kendimize yalandan, dolayısıyla başkalarına yalandan…

Yalan, kendimize yalandır bir bilebilsek! Bize yalan söylenmesini asla istemeyiz, ama yine de başkalarına, hatta kendimize bile yalanlar söyleyerek, kendimizi de uyuturuz… Toplum bilinci tarafından ekilen tohumlar korku ve yalan üzerinedir.

İllüzyon bir dünyada yaşamayı neden seçelim?

İnsan, yalan söylemek zorunda mıdır? Neden bize yalan söylenir?

Hayır diyemediğimiz için! Üzüleceğimiz, kırılacağımız için, sevilmeyeceğimizi düşündüğümüz için, birlikteliğimizden hoşlanılmadığını düşünmememiz için, kırıldığımızın bilinmemesi için, diğer bir kişiyi daha fazla sevebildiğimiz için, ona daha fazla değer verdiğimizin sanılmaması için vs.

Peki, öyle midir?

“Bize hayır dendiği zaman niçin kendimizi eksik hissedelim ki? Söylenen ‘hayır’ kelimesi, diğer kişinin yaşam alanı! Diğer kişiye hayır diyebilme özgürlüğünü veremememizin sebebi yine korkularımızdır. Kendisini seven, diğer kişinin mutluluğu için sevgiyi seçer her durumda…

Sevgiyi bir başkasına da, herkese duymamızın, daha çok yaşamamızın mutluluğunu niçin en yakınlarımızla yaşarken saklama yoluna gideriz de paylaşma yoluna gidemeyiz?” sorusunu kendimize soralım önce… Bizim mutluluğumuz niye onu mutsuz ediyor? Paylaşamamak! Sevginin sınırlı olduğunu düşünmek!

Daha az sevilme korkusu! Değersizlik korkusu! Sevilmeme korkusu! Yetersizlik korkusu! 

Tüm mesele, korkunun bedenlenmesindedir gördüğünüz gibi. ‘Sevgi’ yok içinde! Sevgi bilincinin bedenlenmeye başlamasıyla, bilincinizdeki tüm korku tohumları aydınlanmaya başlar. Olmadığınız bir şey ya da biri gibi davranmaya son vermeye başladığınızda, bir yeniden programlanma başlar. Siz programladıkça kendinizi, sevgi bilincine uyamayan insanlar yaşamınızdan kendiliğinden çekilirler. Kendinizi uyutulmuşluktan, yanılsamalardan çıkararak, özgürleştirmenin hafifliğini yaşamaya başlarsınız. Başkaları ve toplum tarafından empoze edilmiş tüm bilinç kalıpları da sizi birer birer terk edecek. Sınırlılıklar kalkacak, bambaşka bir dünyanın kapıları açılacaktır önünüze. Kendinize giden bir kapıdan, ancak ‘siz’ sandığınız her şeyden özgürleşerek girebilirsiniz. Ve yalanlarınızdan… 

Ne savunulacak, ne de ispat edilecek bir siz vardır! ‘Gerçek Siz’ sadece sevgisiniz! Gerçek sizin farkına varmaya başladığınızda, inkar ederek gölgelediğiniz kendinizi saklamaktan, kendiniz olmaya geçiş başlar. Hakkınızdaki gerçek sizi bulmanın huzuruyla, içten bir tavır size hakim olur, kendinizi yaşayarak, sizi ilan edersiniz tüme.

Yalanlar dünyasından kendi gerçek size geçtiğinizde ne olur?

Gerçek sizi etrafınızdaki en yakınlarınıza ve sonra çevrenize ilan etmeye başladığınızda, sizinle uyum içinde olamayan her şey ve herkesle ilgili bir direnç yaşanabilir, bu çok doğaldır. Bir temizlenme ve dönüşüm gerçekleşmektedir. Hediye gelmek üzeredir…

Sevgi ve aşkı bedenlemeye hazırsınızdır artık! Neden ben aşkı yaşayamıyorum diyen, sorgulayan, bunun acısını çeken kişiler için artık hüzün bitmiş ve sevgiliyle kavuşma başlamıştır. Aşk yaşama geçmek için hazırdır, yine sizin tarafınızdan…

Sevgi dönüştürücü müdür? Yalansız mıdır? Korkusuz mudur?

Sevgiyi hatırlayınca, içimizde bir yerlerde Tanrı’nın kıvılcımının yanmaya başladığını görürüz pek çoğumuz. Yandıkça büyür, sevdikçe besleriz yangını. Taa ki egolarımızı yakana kadar. Aşk bizden görülene, aşkı görene kadar!  En derinlerdeki Tek gerçek, AŞK! Bunu bilene, içselleştirene kadar…

Kalbinizden düşünerek, herkesin kazandığı bir dünyada sadece sevgi vardır. Zihniniz bunun muhteşemliğini hissetsin izin verin. Sevginin muhteşemliğini hissedin zihninizde eşsiz sessizlik içinde mutlulukla dans ettiğinizi göreceksiniz. Neşe eşlik edecek bu duruma. Niçin anlatıyorum bunları? Böyle bir sevgi ve aşkı bedenleyen için, içindeki özü dışa yansıtmaktan başka yol yoktur. Yalan, kendine yalandır. Ve yalanlar içinde yaşayamaz böyle bir öz! Sevgi bilincine geçen kişi her durumda sevmeye devam eder. Korku yoktur, sevginin iyileştirici gücüyle yeni bir ‘siz’ ortaya çıkmıştır.

Sınırlı düşünce kalıplarından özgürleşme başlar. İnsan, bilincini genişleterek, özü yaşama yolunu seçerek, kendisine hizmet yoluyla, dünyaya hizmet eder. Tanrı ve ruhuyla içindeki Birliği yaşamak, çabasızca, yaşamla akarak, seçerek ve kabul vererek, olana teslim olarak…

Kendisini bilen kişi, kendisiyle de BİR’liği bulur, yaşar. Ve yepyeni bir SEN’i yaratan olur. Bu sen için, yalanlar yoktur. Uyku yoktur. Ve özündekinin güzelliğini, kendini görenlere yansıtma başlar. Tırmanılacak bir tepe yoktur. Zaten o, O’dur! Bu yolun kendisi size gider, içsel, çabasız ve muhteşemdir…

DEVAMINI OKU..

14 Kasım 2011 Pazartesi

ÖNCELİKLERİMİZ

  İnsanın öncelikli olarak hayatı boyunca yaptığı ve yaşadığı en önemli şeyler ne olabilir?
Bu soru basit cevapların karşılığı olabilir;yada cevapsız durabilir...AmA
İlk öncelikli durum insanın oksijenle olan ilişkisi olmalıdır.Yani SOLUNUM; çünki o olmadan diğerleri zaten olamaz.Solunuma sahip oldukça arkadan gelen durumlar ancak var olabilir.
İkincisi gün içindeki üç temel öğün ve birçok katı uygulamalarda bulunduğumuz BESLENME sağlıklı düşünüp hareket edebilmemizin itiçi gücü olan öncelikle bu ikisi olmadan yaşamamız ve varoluş nedenlerimizi değerlendirebilmemiz çok zor hatta imkansız olacaktır.
Üçüncü öncelikli durum gün içersinde bilimsel verilerinde söylediği gibi en az 40 ila 50 bin
düşüncenin geçtiği farklı duygalınım ve davranışlarımızın ortak ifadesi olan psikoloji..
Dördüncüsü zihnimizin ve varoluşumuzun temel fiziksel aracı olan gövdemizin, özelliklerinin incelendiği ve bunları sağlayan araçların incelendiği FİZYOLOJİ...
Ve de hayatın temel gövdesel ve zihinsel özelliklerinden olan SEKSOLOJİ...
Son olarak bunların hepsini yazılı olarak iletme olanağı ve ve tüm etkileşim ve ifade olanaklarıyla araçlarıyla anlaşabildiğimiz İLETİŞİM....
DEVAMINI OKU..

8 Kasım 2011 Salı

RÜYA NEDİR

Hayatımızın yaklaşık üçte_ birini uykuda geçirmekteyiz. Bu da 60 senelik bir ömrün 20 senesi demektir. Uyku günlük çalışmalardan yorgun düşen insan bedeninin ve sinirlerinin dinlenme zamanıdır. Ünlü ruhbilimci Sigmund Freudun da araştırmalarının büyük bölümünü oluşturan uyku sırasında kişinin bilinç altında düşüncelerinin özlemlerinin ya da isteklerinin bir film şeridi gibi göz önünden geçtigi varsayılır. İşte bizler bu olguya Rüya adını veriyoruz.
Freud'a göre bilincin gizlediği tamamen sakladığı bu olgular ortaya çikabilmek için yol aramaktadırlar. Bunlardan bazıları da rüyalar haline girerek kendilerini göstermektedirler.Freud'un yolunda ilerleyen doktorlar da günümüzde rüyalara büyük deger vermektedirler. Onlar rüyaları bilimsel sekilde açıklayarak hastalarını tedavi etmektedirler.
Rüyalarda yasananlar inanilmayacak kadar hızli gelişir. Bir kaç dakikalik rüya esnasında bile çok uzun sürdüğünü sandığımız garip şaşırtıcı ve çok değişik olaylar birbirlerini izlerler. Bu nedenle rüyada zaman kavramı olusmaz. Ancak zaman kavramini biz uyandiktan sonra beynimizin öğretileri ve alışkanlıkları doğrultusunda saptadığımız bir anlar toplamıdır sadece.
Eski çağlardan beri insanları ilgilendiren rüyalara ilkel toplumlarda çok önem verilmistir. Rüyaların korkulan tanrılar tarafindan verilen armagan veya cezalar olabilecegine inanilmistir. Daha sonra kahinler rüyaları açıklamaya yorumlamaya baslamışlardır. İlk rüya yorumcularının ne zaman ortaya çıktıkları da belli değildir. Ancak Babil'in kahinlerinin büyük ün yaptıkları bilinmektedir. Kaldeliler Astroloji astroloji vb. nin yanı sıra rüya yorumlarında da basarı kazanmışlardır. zamanla belirli rüyaların anlamları da kesinlesmiştir. Eski Mısırlılar eski Yunanlılar ve Araplar rüya yorumlarıyla ilgili kitaplar yazmışlardır.
Neden rüya görürüz
Kimi araştırmacılara göre rüyalar uyku sırasında beyinde görülen etkinliklerin bir yan ürünü yalnızca; kimilerine göreyse insanların bilinçaltının kişiliklerinin geri planda kalmış yönlerinin kendine çıkış yeri bulduğu özel bir durum.Rüya araştırmaları denilince çoğu insanın aklına ilk gelen ad Sigmund Freud olsa gerek.Rüyaların bilinç Altına giden ana yol olduğunu söyleyen Freud 'un ilk kitaplarından biri 1900 yılında yayımlanan"Rüyalar ve Yorumları" (Die Traumdeutung).Freud 'a göre rüyaların amacı günlük yaşamda bastırıarak bilinçaltına atılmış ilkel çoğunlukla da cinsellik ve saldırganlıkla ilgili isteklerin dışa vurulmasıydı .Rüyalarda geçen ögelerin birçoğu sembolik bir biçimde bu bastırılmış istekleri gösteriyordu.Bu sembollerin gizli anlamlarını bulmak ve kişinin bastırılmış duygularını ortaya çıkarmaksa psikanalistin işiydi.20.yüzyılın başlarında neredeyse Freud kadar popüler olan bir başka rüya kuramcısıda Carl Güstav Jung 'du.Jung Freud 'un rüyaların günlük yaşamda doyurulamayan ilkel gereksinimlerin biçim değiştirmiş hali olduğu görüşünü reddetmiş ve rüyaların işlevinin tamamlayıcı olmaktan çok dengeleyici olduğu görüşünü ortaya atmıştır.Yani insanlarınyaşam biçimlerinin getirdiği kısıtlamalar sonucu kişiliklerinin ortaya koyamadıkları yönleri rüyalarda ortaya çıkıyordu.Rüyalarda geçen semboller bilinçaltından gelen zihinsel görüntülerdi ve yadsıdığımız ya da endişe duyduğumuz yönlerimizi tanımamıza ve kabullenmemize yardım ediyordu.Bu sembollerin kökenindeJung 'un "ortak bilinçaltı"olarak adlandırdığıbilinçaltının doğuştan gelenbaşka insanlarla ortak bölümü vardı.Analistin işiyse rüyalarda geçen bu "arketip"sembolleri yorumlayarak kişinin gelişimine katkıda bulunmaktı.Doğum ölüm Ay yıldızlar kahramanlık büyü güç tanrı şeytan yaşlı bilge gibi sembollerin örneklerirüyalarda olduğu kadar söylencelerdeperi masallarındaçeşitli dinlerde de görülebiliyordu.Jung 'a göreinsanlar rüyalarındaki simgeleri gözlemeyi ve bunların içeriğini bilinçli bir biçimde yorumlamayı öğrenerek onun "birey olma"olarak adlandırdığı daha yüksek bir bilinç düzeyi kazanma sürecini başlatabilirlerdi.Freud ve Jung 'un görüşleri bilimadamlarınca çok tartışıldı.1953 yılında uykudayken belli zaman aralıklarıyla görülen hızlı göz hareketlerinin (rapid eye movements-REM)rüya görmeyle ilişkili olduğunun anlaşılmasıyla rüya araştırmalarında yeni bir dönem başladı.O zamana kadar rüyaların tuhaflıklarla dolu uygunsuz duygular ve isteklerden oluşan duygu yüklü ve gerçekçilikten uzak deneyimler olduğu düşünülüyordu. Bunlardan önceki araştırmalarda genellikle küçük bir örneklem kullanılıyordu ve araştırmalara konu olan rüya raporları rüyanın sabah uyanınca anımsanabildiği kadarını yansıtıyordu.Laboratuvar ortamında REM uykusundan uyandırılan deneklerin raporlarından rüyaların konularını genellikle günlük sıradan olaylardan aldığı; rüyaların anılarımızın zihinde bir tür yeniden canlandırılması değil konu bütünlüğüne sahip öyküye benzer yeni kurgular olduğu ortaya çıkarıldı.Sanılanın aksine uykudan önce ya da uyku sırasında verilen uyarıcıların rüyaların içeriğini etkilemediği de görüldü.REM uykusundan uyandırılan insanların rüya raporları genellikle bir-iki

daktilo sayfasını buluyordu.Araştırmacılar REM uykusu sırasında insanları uyandırdıklarında ve onlardan rüyalarını anlatmalarını istediklerinde REM uykusundan uyananların hemen hepsinin rüyalarını anımsadığını farkettiler.Rüya görmediğini söyleyen insanların yalnızca sabah uyandığında rüyalarını anımsamayanlar olduğu
anlaşıldı.Daha sonra araştırmacılar uykunun REM uykusu dışındaki bölümlerinde beynin üç farklı etkinlik düzeyi daha olduğunu buldular.Sonradan insanların uykunun REM uykusu dışındaki aşamalarında da rüya gördüğü anlaşıldı.1960 'lı yıllarda REM uykusunun beynin duygu ya da motivasyonlardan sorumlu bölgelerince değilbeyin sapının solunum beden ısısının ayarlanması ve kalp ritmi gibi otomatik işlevlerden sorumlu olan "pons"bölgesince kontrol edildiği anlaşıldı.Bu bulgu rüyaların isteklerle duygular ve güdülerle ilişkili olmadığı görüşünü destekliyordu.Yani rüyalar Freud 'un kuramının tersine beynin duyular ya da motivasyonla ilgili bir bölgesinin değil çok daha temel ve daha alt düzeydeki fizyolojik bir düzeneğin kontrolündeydi.1960 'lı yıllardan sonra rüya görmenin işlevleriyle ilgili birçok fizyolojik kuram ortaya atıldı. Bugün hâlâ uykunun ve rüya görmenin işlevleri tam olarak anlaşılmış değil.Ancak
rüya görmenin nörofizyolojik ve biyokimyasal temellerinin ortaya çıkarılmasına yönelik araştırmaların sonuçları psikanalistlerin rüya kuramlarının saygınlığını büyük oranda yitirmesine yol açtı.Yine de son yıllarda yeni görüntüleme yöntemleriyle yapılan bazı çalışmalar Freud 'un varsayımlarında doğruluk payının yüksek olduğunu gösteriyor. 1998 yılında Science dergisinde yayımlanan bir makale bilim dünyasına Freud 'un haklı olabileceğini gösterdi.ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri 'nden (National Institutes of Health) Allen Braun ve arkadaşları REM uykusunda duyguları ve motivasyonu
kontrol eden beyin bölgelerinin (limbik sistem ve yan limbik sistem)sanılanın aksine aslında oldukça etkin olduğunu kanıtladılar.Korteks 'in (beyin kabuğu) işlek bellek dikkat ve mantık gibi zihinsel işlevlerden sorumlu "önalın bölgesi"ninse REM uykusu sırasında etkinliğini yitirdiği görüldü.Braun bu durumun rüyaların birçok özelliğini açıklayabileceğini düşünüyor.(Tuhaf imgeler kişinin dikkatini herhangi bir şeye yöneltmede yetersiz kalması ve rüyaların sabah uyanınca büyük ölçüde unutulması gibi) Bulgular bununla da kalmıyor.Braun ve arkadaşları REM uykusunda görsel uyarıların varış noktası olan birincil görsel korteks bölgesinin de etkinliğini yitirdiğini ancak beyne gelen görüntülerin işlenmesiyle ilgili daha üst düzey bölümlerin etkinliğini sürdürdüğünü de ortaya çıkardılar.Braun 'a göre bu bulgu da insanların rüyadayken dış
dünyadan kopmalarına rağmen neden "görmeye" devam ettiklerini açıklıyor

Rüyalarin Türleri
Uzmanlara göre uyku birkaç devreden oluşmaktadır. Uykusu gelen insan yatağına yatar ve gözlerini kapatır. Kısa süre sonra göz kapakları belli belirsiz titremeye başlar. İnsan o sırada uykuya dalmıştır ve rüya görmektedir. Bazen doktorlar hastalarına belirli ilaçlar verirler. Bu ilaçlar uykuyu derinlestirebilir ve rüyaları da etkileyebilir. Bu durumda rüya da görülmeyebilir. Ancak ilaç almadan uyuyan bir insan mutlaka rüya görür. Rüyalar renkli ya da siyah beyaz olabilir. Insanların çogu siyah beyaz rüya gördüklerini söylemektedirler. Yapılan arastirmalara göre kadinlar erkeklere göre daha renkli rüyalar görmektedirler. Rüyalar genel olarak üçe ayrilmaktadirlar. Kafası yorgun devamlı bir konuyla ilgilenen kimse uyudugunda rüyasında karmakarışık şeyler görebilir. Veya bu insan ilgilendigi önem verdiği konuyu da görebilir. Bu tür rüyalar yorumlanmazlar. Örnegin Televizyonda veya baska bir yerde heyecanlı bir sinema izleyen kişi rüyasında aynı şeyleri görebilir. Bu durum sadece etkisinde kalmaktir. Yani gerçek rüya değildir.Ikinci tür kabus veya karabasan denilen rüyadir. Bunlar genellikle iyi baslar. Uyuyan kimse hoş bir olay vb. ile ilgilendigini görür ve sonra bu rüya birden korkutucu bir hal almaya baslar. Güzel görüntü değişerek insana dehset verir. Kabusların açıklamasını sinir doktorları ve psikanalistler yapmaktadırlar. Yani bu tür rüyalar yorumlanmazlar. Kabusları rüyada bir kez görülen korkutucu sahnelerle karıştırmamak lazımdır. Karabasan gören insan korkar. Bir ara rüyada oldugunu hissederek uyanmak ister. Bunu basaramaz. Ama uyandığını sanır ve bu sırada kabus devam eder. Her insan ömründe birkaç kez kabus görebilir. Fakat sık sık karabasan görenlerin bazı olaylar rahatsızlık vb. yüzünden sinirleri sarsılmış olabilir. Bu kimselerin doktorlarıyla konusmaları faydalı olabilir.

Üçüncü tür rüya oldugu gibi çikandir. Böyle rüyalar çok degerlidir. Genellikle sezgisi güçlü olanlar medyumlar hemen çıkan rüyalar görürler. Örneğin insan rüyasında yıllardır rastlamadığı ahbabını görebilir. Onunla konusabilir. Bu rüyadan kısa bir süre sonra o ahbabı karsisina çıkabılır. Buna “Gerçek Rüya” adı verilir. Böyle rüyalar görenler dikkatli davranmalidirlar. Gördükleri şeyleri iyi değerlendirmelidirler.
Dördüncü tür en sık rastlanılanıdır. Yani uyuyan kimse rüyasinda türlü sey görür. Sabah uyandiginda da bunlardan bazılarını anımsar. İşte bunlar yorumlanabilir. Rüya tabiri denilen şey dördüncü tür için gereklidir daha çok.
Besinci tür rüya ise rüya içinde görülen rüyadır. Genellikle insan rüyasında gördügü rüyayı da yorumlar. Bu tür rüyalara da çok dikkat etmek gerekir. Çünkü böyle rüyalarda yapilan yorumun gerçeklesme oranı çok yüksektir.
Altinci tür rüyaların en ilginç sayılanıdır. Bu tekrarlanan rüyadır. Insan aynı rüyayı sık sık görür. Örneğin rüyasında daima aynı eve girdiğini ayni sokakta durdugunuvb. görebilir. Oysa kendisi ne o evi nede sokağı bilmektedir. Fakat rüyada o ev sokak vb hiçte yabanci degildir. Veya insan devamlı olarak aynı olayı yaşayabilir.
Rüyalara Bilimsel Bir Bakis

Rüyalar Neleri Açiklar
Rüyalar tedavi eder öğretir yön verir kehanette bulunur soruları yanıtlar bizleri geçmise günümüze ve gelecege bağlar bize eğlence ve zevk duygusal denge sağlar yaratıcılığı ve cinselliği tesvik eder. Rüyalarimiz araciligiyla Shakespeare'nin “Dünya bir sahnedir ve bütün kadınlar ve erkekler sadece onun oyuncularıdır” sözlerinin gerçeklestiğini görürüz.

Rüyalar Bize Nasıl Yardımcı Olur
İç ve diş dünyalarımız arasında çözülmez olduğuna inandığımız bir bağ olmasaydı ondan sonraki yaşamımız ve çalışmamız çok farklı olacaktı. Günlük ve uyanık haldeki kişiliğimizden daha büyük bilgeliğe sahip olan iç dünyamıza erişebilmenin yolu rüyalar ve meditasyondur.

Rüyalar bir köprü bir iletisim vazifesi görür. Rüyalar tıpkı ruhumuzdan gelen bir mektup gibidir; güç bilgi yaratıcılık ve sağlık kaynağıdır. Eğer rüyalarımızı göz ardı edersek kendimizi Paul Solomon'un kaynağının “herkes için erişilir olan ama çoğu insanın farkında olamadığını” söyledigi zekadan yoksun bırakmış oluruz.
Bu zeka ile ilişkiye geçmek için psişik kahin ya da telepatik olmamız gerekmez. Gereken tek şey sezilerimize hayalimize ve özellikle rüyalarımıza kulak vermektir. Rüyalar tanrıların dilidir ve bu anlam ve mecaz açısından zengin dil bizi uykudan yaşama uyandırmaya yöneliktir.
Psikolog Erich Fromm rüyaları unutulmus bir dil olarak görür ve geçmisin insanlar için rüya ve hayallerin zihnin en önemli ifadeleri arasında olduğunu söyler. Ona göre rüya sembolleri evrensel geleneksel ya da rastlantısaldır. Rastlantısal semboller kişiseldir ve bireysel çağrışıma iliskindirler. Geleneksel semboller ise tek anlamlıdır. Evrensel sembollerin -örneğin günes- Sıcak ve ışık gibi evrensel anlamları vardır. Fromm rüyaların anlamsız veya ilgiye değmez olarak göz ardı edilmelerinin sebebinin onların bizi rahatsız etmesi olduğunu söylemistir; rüyada gördüğümüz kişi bizim gündüz vakti oldugumuza inandığımız kişiyle uyumlu değildir. Fromm şöyle diyor : “Çelişkili gerçek şudur ki rüyalarımızda daha az mantıklı ve daha az terbiyeli olmamıza rağmen daha akıllı ve daha mantıklıyız.”
ABD'de Research Society for Process Oriented Psychology'nin kurucusu olan Arnold Mindell diğer rüya analizcilerinden çok farkli bir yaklasim getirmistir. Mindell “rüya nesnesi” adını verdiği bilinçaltını nehir gibi sürekli akan bir rüya olarak görür ve tek olarak rüyalar bunun sadece çekilmiş fotograflarıdır. Rüyalar fiziki semptomlar ilişkiler ve değişik bilinç durumları Mindell'in kuramlarına göre rüya nesnesinin ortaya çıkışlarıdır.
Rüyalar ve Uyku
Psikologlar artık bilinçaltının mesajlarina uyku sırasında daha kolay ulaşmaktadır. Uyudugumuz zaman bilincin perdesinin gizlemiş olduğu bir çok şey serbest kalır. Rüyalar benliğin ya da evrenin gizli gerçeklerinden simgeler ya da doğrudan görüntüler halinde bize doğru süzülür. Rüyalarımızın gücünü kullanmaya başlamanın en basit yollarından biri kendimizi uykuya dikkatle hazırlamaktır.
Rüyalar ve rüya yorumu bizi fiziki zihni duygusal ve ruhsal olarak etkiler. Bu nedenle uyku ve rüya hazırlığı bedeni zihni duyguları ruhu kapsar.

Temel olarak iki tip uyku çesidi kabul edilmiştir
orthodox (rüya görülmeyen) ve paradoxical (rüya görülen). Günümüzde kabaca iki ayrı uyku durumu tanımlanıyor: “ ağır uyku” kıpırdamaksızın sakin uyuyan insanın durumudur. “Aykırı uyku” evresi ise ağır uyku evreleri arasında ortaya çıkar ve on Dakika kadar sürer.

Rüyalarin Elektronik Cihazlarla Tespiti
Dr. Kleitman uykularını denetim altında tuttugu kişilerin (EEG) elektroensefalogranik ve (EKG) elektrokardiagramlarini cihazlarla tespit etmiştir. Bu çalışmanın sonucunda; rüyanın varlığına delil olarak gösterdiği göz hareketlerine heyecana bağlı kalp atışlarını da ilave etmiş oldu.
EEG'nin verdiği sonuç oldukça dikkat çekiciydi. Rüyanın başladığı andan itibaren ağır bir ahenk içinde devam eden uyku halini gösteren çizgiler ritmik bir hal alıyor uyanıklık halindeki şekilleriyle cihazın Kağıt şeridi üzerine izler birakıyordu.
Ve varilan sonuç

Rüya uykunun yüzde yirmilik bir bölümünü teşkil etmektedir
Bu durumda ; sekiz Saat uyuyan bir insanın uykusunun ilk Saati ağır ve rüyasız geçmektedir. Bundan sonraki on dakika içinde rüya görülmekte ve sonra yine bir buçuk saat sürecek ağır uyku devresi baslamaktadir. Sonra yirmi Dakikalık bir rüya ve yine bir buçuk Saatlik ağır uyku...Uykunun bundan sonraki kısmında ise otuz dakikalık bir rüya faslı daha vardır. Nihayet yine uyku ve onu da uyanma takip eder.

2 Saniyelik Rüyada 6 Aylık Zaman Yaşanabilir mi
Psikologlar ve ruh bilimciler rüyaların süreleri üzerinde kesin bir sonuca varamadılar. Bir bölümü birkaç saniye sürdüğünü iddia ederken bir diğer bölümü de saatlerce devam eden rüyaların var olduğu fikrinde israrlıdırlar.

Bu tartışmalar devam ederken Dr. B. Klein adında Amerikalı bir ruh bilimci yardımcıları ile birlikte yoğun çalışmalara koyuldu. Gönüllülerin arasından seçtiği bazı kişileri hipnotize ederek uyuttu. Belli bir süre sonra da uyandırıp rüyalarını dinledi.
Neticede bir rüyanin yirmi saniyeyi geçmeyecek kadar kısa sürdüğünü tespit etti. İşin en enteresan tarafı ise; uyandırdığı gönüllülerin üç-bes saniye süren rüyalarını saatlerce anlatmalarıydı. Hatta bir kısmının rüyası yazılmaya kalkılsa ortaya kalınca bir macera romanı çıkabilirdi.
Dr. Klein yılmadan bu işin üzerinde çalışmalarına devam etti. Vardığı sonuç; en uzun rüyanın bile doksan saniyeyi geçmediği oldu.
Dr. Klein'e karşı çıkan ruh bilimciler hipnotizmayla uyutmanın normal bir uykuyla kıyaslanamayacağı ve bu denemelerin geçersiz sayılacağı yolunda görüş bildiriyorlardı.
Chicago Üniversitesi uzmanlarından Dr. Kleitman ve öğrencisi Aserinsky l953 yılında geniş çapta çalışmalara başladılar. Objektif deneylerini daha sonra nörofizyolojik sahada devam ettirdiler.
Dr. Kleitman otuz yıldan beri kendisini rüyadan mahrum etme denemeleri yapmaktaydı. Fakat hiçbir zaman bir haftadan fazla tahammül gösterememişti.
Otuz yıllık çalışması aradığı sonucu vermeyince başkalari üzerinde değisik deneyler yapmaya başladı. Deneyin sonunda rüya esnasında kısa veya uzun süren süratli göz hareketlerine tanık oldu. Denemeye tuttuğu kimseleri göz hareketlerinin başladığı ve bittiği devrenin çeşitli bölümlerinde uyandırdı. Böylece her defasında kişilerin rüya görmüş olduklarını öğrendi. Ömrü boyunca hiç rüya görmediklerini iddia eden kişileri topladı onların üzerinde testler yaptı. Göz hareketlerinin başladığı anda uyandırdığı bu kişiler hayret ve şaşkınlık içinde ilk defa rüya gördüklerini söylediler.
Dr. Kleitman bundan şu sonucu çıkardı herkes rüya görür fakat bazı kimseler rüyalarını hatırlayamamaktadır. Rüyanın objektif olarak en büyük delili ise uyumakta olan kimsenin hızlı göz hareketleridir.
Büyük Rüya Yorumculari
Aralarında Freud Jung ve Edgar Cayce'nin de bulunduklari insanlik tarihinin en özgün ve en büyük zihinlerinden bazıları rüyalarla ilgilenmişlerdir.Sigmund Freud rüyaları “bilinçaltına giden kral yolu” olarak tanımlamıştır.

Freud bilinçaltının uyanık zihinlerimize kabul etmedigimiz pek çok seyin lağım çukuru oldugunu söyleyerek Avrupa'yı dehsete düsürmüstü. Freud baskı altına alınan anılar sansüre uğramış ve belki de Aile içi zinaya iliskin -isteklerilkel güdüler ve düşünceler gibi uyanıkken utanç duyabilecegimiz düşüncelerin bu konuları çözümlemeye çalıştığımız rüyalarla sonuçlandığına inaniyordu. Rüyayı rüya görenden ve rüya görenin zihninin rüyasından ayrılamayacağını iddia ediyordu.
Jung ise rüya görmenin akli bozukluğu olanlar kadar “normal insanlar” ın huzuru için de önemli olduğunu kabul ediyordu. Böylece rüya Freud için oldugu gibi sadece bir nevroz belirtisi olarak algılanmamıştı.
Ikisinin çalışmaları arasındaki temel farklılık Freud'un rüyanın ne saklayacağına Jung'un ise ne açıklayacağına bakmasıdır.
Edgar Cayce uykuda veya trans halinde geçmişi ve geleceği görürdü hastalıklara doğru teshisler koymus ve binlerce kişi için gerekli tedaviyi söylemiştir. Trans halindeyken söyledikler kaydedilmiş ve dikkatle belgelenmiştir.
Jung'un kolektif bilinci yerine Cayce kolektif veya evrensel bilinçaltından söz etmiştir. Cayce bunu “insanın baslangıcından beri var olan zihni faaliyetinin toplamı tarafından beslenen bir düsünce nehri” olarak tanımlamıştır.
Cayce trans halindeyken bir keresinde şöyle demiştir
Rüyalar bilinçaltının tezahürleridir. Bir durum gerçek olmadan önce rüya görülür.

Hayvanlar rüya görüyor mu
Evde hayvan besleyenler çoğu kez kedilerin ya da köpeklerin gözlerinin uykudayken rüya görüyormuşçasına göz kapaklarının altında oynadığını bilirler.Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar insan dışındaki memelilerin ve kuşların da REM uykusu uyudu- ğunu gösteriyor; ancak gerçekten rüya görüp görmedikleri kesin olarak bilinmiyor. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü 'nden araştırmacılar yeni bir yöntemle farelerin gündüz öğrendikleri becerileri gerçekleştirirken etkin olan beyin bölgelerinin uyku sıra-sında da zaman zaman etkin duruma geldiğini gözlemişler.Yavru kuşların da gündüz öğrendikleri şarkıları geceleri uykularında "tekrarladıkları" daha önceki araştrmalardan biliniyordu.Bu bulgular rüyalarıngündüz yaşanan deneyimlerin bellektedepolanmasın- da rol oynadığı görüşünü de destekliyor.Ancak onlar bize anlatama-
dıkça hayvanların rüyalarında neler gördüklerini belki de hiç öğrenemeyeceğiz.

Rüyalarla Gelen Buluslar
Modern Atom Teorisi Nasıl Keşfedildi
Niels Bohr adlı bir yüksek okul öğrencisi genç şöyle bir rüya görür Kendisi güneşin kızgın gazlarla dolu merkezinde duruyor ve gezegenler ince ipliklerle bağlı oldukları güneşin etrafında dönüyorlardı. Her gezegen Bohr'un yakınından geçerken bir de düdük çalıyordu. Sonra yanan Gazlar soğuyup katılaştı güneş ve gezegenler uzaklaşıp gitti ve Bohr uyandı. Bu rüya Güneş Sistemi ile atom yapısı arasında bir benzerlik olduğunu gösteriyordu. Böylece Atomun ilk modern tablosu ortaya çıktı. Ortada bir çekirdek (nucleus) ile bunun etrafinda dönen elektronlar... Yani modern atom teorisi bir rüya ile baslamış oluyordu.”

Rüya Bir Baska Ilim Adamının Yardımına Koşuyor
19. Asrın ortalarinda ilim adamlarını hayrete düşüren bir olayın hikayesi bilim tarihinin sayfalarında yerini aldı. Kimya ilminde büyük bir adımın atılmasına yol açan olay Alman kimyacısı Friedrich August Kekule'nin rüyasıydı.

1850 yıllarında Ingiltere'nin sisi eksik olmayan şehri Londra'da çalışmalarını sürdüren Kekule yorgun argın laboratuarından Oteline dönerken otobüste uyuyakaldı. Ve biraz sonra da rüya görmeye başladı. Rüyasında Atomlar zıplayıp oynayarak karşısında dans ediyorlar bazıları da elele verip zincir şeklinde bir halka meydana getiriyorlardı.
Arabanın fren yapmasıyla Kekule uyandı. Fakat rüyası ona çok seyler ögretmişti. Gördüklerini formül haline getirip defterine kaydetti. Rüyadan yararlanarak ortaya attığı teori ile meşhur oldu ve kimya ilminde de büyük bir hamlenin öncülüğünü yaptı.
Aradan 15 sene geçti. Bir kiş Günü Kekule çalışma odasının şöminesinde yanan odunların çıtırtısını dinlerken uyuyakaldı ve yine rüya görmeye başladi. Yine rüyasında Atomların hoplayip zıplayarak dans etmekte olduğunu ve onları birbirine kenetleyen zincirlerin de birer yilana benzediğini gördü. Sonra yılanlardan biri aniden dönerek kendi kuyrugunu ısırdı. Bu esnada da Kekule uyanıverdi.
Böylece karbon atomlarının zincirler şeklinde halkalar meydana getirebileceğini rüya sayesinde fark edebilmişti. Bunun sonucu olarak iç yapısı çözümlenemeyen benzinin yapısı anlaşıldı
DEVAMINI OKU..

2 Kasım 2011 Çarşamba

Vanga'nın Kehanetleri

Evangelia 16 yaşında kehanetlere başladı, ilk olayı babasının çalınan bir koyununu bulmasıydı. 30 yaşından sonra geleceği görme yeteneği arttı ve ünlendi, birçok yetkili onu ziyaret ediyorlardı. Söylendiğine göre Adolf Hitler Vanga’yı ziyaret etmiş ve kahinenin evini büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı ile terk etmişti. Erkek kardeşi Vasil İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra orduya katılmaya karar vermişti, Evangelia bunu yapmamasını aksi halde 23 yaşında öleceğini söyledi ama Vasil dinlemedi ve Almanlar tarafından esir alındığında 23 yaşındaydı, idam edilerek öldürüldü. Daha sonraki yıllarda özellikle Bulgar yönetiminin üst düzey yetkilileri tarafından sık sık ziyaret edildi, bunların arasında eski Bulgar Başbakanı Zhan Videnov ile Komünist Diktatör Todor Jivkov’da bulunuyordu…
Kehanetleriyle gittikçe ünlenen Evangelia Dimitrova Pandeva ile görüşmek ve danışmak isteyenlerin randevuları Sofya Parapşisizm ve Telkin Bilim Kurumu’nca belirleniyor, sorulan sorular, yapılan açıklamalar ve kehanetler dosyalanıyordu. Alınan ücretler ise, parapsikolojik arastırmalarda kullanılmak üzere devlet bütcesine aktarılıyordu. Evangelia ise devletten aylık maaş almaktaydı. Kehanetlerinin % 80′inin doğru gerçekleştiği belirtilmiştir. Kehanette bulunurken etrafinda olusan enerji alanları, kehanetlerle öteki Duyu Dışı Algı yetenekleri arasındaki ilişki, beyninin başka insanlardan farkli olup olmadığı ve psikolojik durumu yıllarca izlendi, araştırıldı fakat bu çalışmaların ulaştığı sonuçlar, belirli bir olgunluğa ulaşılmadığı gerekçesiyle hala açıklanmadı ya da uygun bulunmadı.
“Korkunç, Amerikalı kardeşler, çelik kuşların saldırısıyla çökecekler, kurtlar inlerinde uluyacak ve masumların kanı fışkıracak…” Evangelia bu kehanetini 1989′da yaptı ve 11 Eylül 2001′de bilindiği gibi New York’daki İkiz Kuleler terörist bir saldırı sonucunda çöktüler, saldırı çelik kuşlar yani uçaklar tarafından yapıldı ve İkiz Kuleler’in bir diğer popüler adı “Kardeşler”di.
Evangelia 1981 öncesinde ise bir diğer öngörüde bulunmuştu… “Çok önemli, en yüce bir olay olacak, iki büyük lider el sıkışacak… Ama uzun bir zaman, sekizlerin sonuna kadar bekleyeceğiz, sekiz çok önemli ve sonunda dünyadaki en önemli barış anlaşması imzalanacak…” Ve Ocak 1988′de Gorbachev ve Reagan, bilinen zirvede el sıkışarak, imzalarını attılar ve insanlık tarihinde yeni bir çağ açıldı. Daha sonra Vanga Rusya’da yeni bir liderin çıkacağından da söz etti, bu lider Yeltsin’di ve yeni bir liderdi. Ve Rusya daha sonra Yediler Grubu’na katıldı ve bu grubun şimdiki adı G8′ler yani sekiz sayısı gerçekten önemliydi. Vanga daha önce de 1979′da şöyle diyordu; “Vladimir’in ünü ve şerefi bir buz parçası gibi eriyecek, geriye sadece Rusya’nın görkemli adı kalacak ama sonra dünyaya hükmedecek.” Bu da bir gerçek, Evangelia’nın 1979′da SSCB yerine Rusya adına kullanması ilginç. Ve Vladmir kim? Vladimir Lenin olabilir mi? Evangelia’nın bir diğer kehaneti ise şöyle…
“Birçok felaket ve afet dünyayı sarsacak, insanların düşünceleri değişecek ve inançlar yüzünden bölünecekler…” Bu da günümüzü iyi anlatan bir öngörü, yaşadığımız dönemde terörist saldırıların yanısıra doğal afetler gittikçe artıyor ve etnik çatışmalar önlenemez boyutlara doğru gelişiyor.
Evangelia Pandeva öngörü kaynağının görünmeyen yaratıklar olduğunu ve onların kim olduklarını bilmediğini söylüyordu. Kendi istediğinde onlara danışıyor ve onlar söz konusu kişinin yaşamına girerek nelerin olacağını Evangelia’ya iletiyorlardı. Aslında Evangelia bir medyum gibi davranıyor ve 200 yıl evvel ölmüş olan ruhlarla ilişki kurmakta olduğunu düşünüyordu. Evangelia’nın şifa gücü de vardı, bitkisel karışımları ve baharatları çeşitli hastalıklara karşı öneriyordu ama modern tıbba karşı değildi, sadece çok fazla kimyasal ilaç kullanımının vücudun doğal uyumunu bozduğunu iddia ediyordu. Ölümü ise şöyle yorumluyordu… “Size söylüyorum, bedenin ölümünden ve çünümesinden sonra da herşey canlıdır ama bedenin bir bölümü yani ruh ya da adı ruh olmayan birşey yokolmaz, adını kesin olarak bilmiyorum. Buna ikinci doğum diyebilirsiniz ama ben nasıl olduğunu bilmiyorum. O geriye kalan şey gelişmeyi sürdürür ve daha yüksek düzeylere ulaşır ve o şey ölümsüzdür…”
Öngörülerindeki başarılara rağmen karşık çıkanlar ve kuşkucular tarafından çok eleştirildi, kehanetlerinin anlaşılmaz olduğu söyleniyor, ancak bir olay olduktan sonra kehanete uydurulduğu iddia ediliyordu. Ama bu tüm kahinlerin başına gelen şeydi, doğru ya da yanlış sonuçta öngörülen birşeyler vardı. Evangelia Pandeva, gelecekteki olaylardan söz etti ama çok sık öngörüde bulunmuyordu ama şu öngörüsü ilginçti… “Önümüzdeki 200 yıl içinde, insanlık başka dünyalardaki kardeşleriyle zihinsel ilişki kuracak, onlar çok eskiden bizim dünyamızda yaşadılar, isimleri WamFim…”
1995′de bir öngörüde daha bulundu… “Kursk suyun altına batacak ve tüm dünya yas tutacak…” O yılda Kursk sözcüğünün farklı bir anlamı yoktu, Kursk bir Rus şehriydi ve sular altında kalacağı düşünülmüştü. Ta ki Ağustos 2000′e kadar, o tarihte Rus denizaltısı Kursk trajik bir kaza sonucunda battı ve tüm çabalara kadar içindeki 118 denizci kurtarılamadı ve gerçekten de tüm dünya üzüldü. Hiç kimse bu adın bir denizaltıya ait olduğunu aklına getirmemişti veya bilmiyordu.
Evangelia Pandeva, 11 Ağustos 1996′da öldü, halen adı Bulgar halkı tarafından saygıyla anılmaktadır. Ölümünden kısa bir süre önce Fransa’da yaşayan 10 yaşındaki bir kız çocuğuna tüm yeteneğini aktardığını söylemişti. Bu kızın şu anda 22 yaşlarında olması gerekiyor ama henüz adını ve öngörülerini duymadık. Belki o da Evangelia gibi, o da otuzundan sonra duyulacak ve tanınacak…

İşte Evangelia Pandeva’nın günümüzden geleceğe yönelik öngörülerinden bazıları…

2008 - Dört ülkenin dört devlet başkanına suikast girişiminde bulunulacak ve bu III. Dünya Savaşı’nın başlama nedenlerinden biri olacak.
2010 - III. Dünya Savaşı Kasım 2010′da başlayacak ve Ekim 2014′e kadar sürecek.
2011 - Radyoaktif etkilerin yoğunlaşması nedeniyle hayvanlar ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Çünkü Müslüman ülkeler kimyasal savaş ile Avrupa’ya saldıracak.
2014 - İnsanlığın yarısı deri ve diğer organların kanser hastalığı ile boğuşacak.
2016 - Avrupa nüfusu yarı yarıya azalacak.
2018 - Dünyanın yeni hakimi Çin olacak ve Çin ekonomik olarak çok güçlenecek.
2023 - Dünyanin yörüngesinde hafif bir değişiklik olacak.
2028 - Tükenen petrol ve diger yeraltı kaynaklarının yerine yeni bir enerji kaynağı bulunacak.
2043 - Müslüman bir devlet yeniden Avrupa’nın tek hakimi olacak.
2046 - Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak, bozuk ve hastalıklı organların yerine yenisi yapılıp takılacak.
2076 - Bütün dünyada sınıfsız komünizm sistemi yerleşecek.
2084 - Doğa kendini yenileyecek.
2088 - Tüm hastalıklar bir anda tedavi edilecek.
2097 - Yaşlanmanın önüne geçilecek.
2167 - Yeni bir din başlayacak.
2299 - Fransız partizanlar İslam dinine karşı ayaklanacaklar.
2304 - Ay’in gizemi açıklanacak.
3797 - Dünyanın son yılı… Başka bir gezegende insanlık yeni bir yaşam başlatacak.
DEVAMINI OKU..

KAHİN VANGA

Vanga (Evangelia) Dimitrova Pandeva 31 Ocak 1911′de Strumica, Macedonia’da doğdu. Bulgaristan’da Petrich kentinde yaşadı. Küçük yaşta annesiz kaldı ve babası da askere alınınca, yakınları tarafından büyütüldü, çocuk yaşlarda kaybolan eşyaların yerini bulmasıyla ünlendi. Savaştan geri dönen babası yeniden evlendi Petrich yakınlarında bir çiftlikte yaşamaya başladılar. Bir akşamüstü Evangelia tarladayken birdenbire bİr kasırga çıktı, rüzgar o kadar güçlüydü ki, ağaçları söküp atıyordu ve küçük kızı da alıp götürdü. Evangelia çok sonra çamurların ve taşların arasında yarı ölü bulunmuştu ve gözlerine dolan kumlar kör olmasına neden oldu, yapılan tedaviler de yarar sağlamadı.
DEVAMINI OKU..

Nostradamus



Nostradamus ya da asıl adıyla Michel de Nostredame (14 Aralık 1503, Saint-Rémy-de-Provence - 2 Temmuz 1566, Salon), Fransız hekim, eczacı, kâhin ve astrolog.

Yaşamı ve Eczacılığı

Nostredame soyadının Yahudi olan dedesinden geldiği ileri sürülür. İlâç ve Tıp konusundaki ilk eğitimini, 1529'da kaydolduğu Montpellier Fakültesi’nde aldı. 1531’de soylu bir ailenin kızıyla evlendi. Bu evlilikten iki çocuğu olmuşsa da, eşi ve çocukları 1534’teki salgın sırasında öldüler. Agen’de tanıdığı Rönesans entellektüeli denilebilecek Julius Sezar Skaliger adlı İtalyandan Okültizm hakkında bir hayli bilgi aldı.

1547’de ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten altı çocuğu oldu. Anne Ponsard adlı ikinci eşiyle oturduğu ev günümüzde Nostradamus Müzesi olarak bilinir. 1546-47 yıllarında başgösteren veba salgınları sırasında hazırladığı özel tedavi yöntemleri ve ilaçlarla ün yaptı. 1547 ile 1549 arasında yaptığı İtalya yolculuklarında, Milano’da bir simyacı ile tanıştı. Bu simyacıdan öğrendikleriyle 1552’de ilk kitabını ilaçlar üzerine yayımladı.

Tüm çağdaşları gibi, astrolojiyle de ilgilenen Nostradamus 1550’den itibaren gök cisimleri esas alınarak yapılmış kehanetler içeren bir almanak yayımlamaya başladı. Kehanetlerinin ilgi görmeye başladığı o yıllardan itibaren yazdığı dörtlüklere “Nostradamus” imzasını atmaya başladı.Nostradamus terimi Latince’de “bizim hanımımız” anlamına gelmekten ziyade “biz bizim olan şeyleri veriyoruz (damus)” ya da “biz derde deva olan şifa ilacını (pancea, panase) veriyoruz” anlamına gelir.

Saray yılları
Kehanetlerini bir kitapta toplamaya karar vererek 1555’te Salon-de-Provence’e yerleşti. Toplam on adet olan ünlü ‘yüzlük’lerinin ilk kitabını 1555’te Lyon’da yayımladı. Bu kitapların her biri yüzer dörtlükten oluştuğu için « yüzlükler » adıyla tanınırlar. 1558’de kitabını daha da genişletti ve krala ithaf etti.1560’da saray hekimliğine atandı.

Ünü giderek yayılan Nostradamus, Catherine de Médicis’nin astrologlarından biri haline geldi. 1564’te Catherine de Médicis onu saraya daimi kalmak üzere çağırdı ve kral IX. Charles’ın hekimi ve danışmanı olarak ilan etti. 1581’de kehanetlerinden dolayı Kilise tarafından aforoz edildi.

Kitaplarındaki sembolizm
Nostradamus’un kitaplarındaki kehanetleri açık ve seçik olmayan, yorum gerektiren sembolik ifadelerden oluşmaktadır. Bir okültist olan Nostradamus okültizmin sembolizm ilkesini esas alarak, kehanetlerini hem « yalnızca anlayabilenler anlasın » diye, hem de Kilise ve koyu dindarlar tarafından suçlanamasın diye bir hayli sembolik bir dille kaleme almıştır. Yani geleceğe ait öğrendiği gerçekleri yazmaktan kaçınmamış, fakat kitabındaki bu gerçeklere herkes ulaşamasın diye birtakım örtüleme yöntemlerine başvurmuştur.

Araştırmacılara göre, başvurduğu bu örtüleme yöntemlerinden başlıcaları şunlardır :

    * Semboller kullanma
    * Mitolojik referanslar verme
    * Sözcükleri ters çevirme (anagramme)
    * Kitabında Fransızca’dan başka, Latince, İspanyolca ve İbranice sözcüklere de yer verme.
    * Sözcüğün yalnızca bir harfini değiştirme

Nostradamus’un yüzlüklerinde deşifre edilememiş sözcüklerden biri de, özel bir isim olmamakla birlikte, anlamsız bir sözcük olan “chyren” sözcüğüdür. Yüzlüklerde sık sık sözü edilen “Grand Chyren” ifadesinde bir harf oyunu olduğunu varsayanlara göre, Nostradamus’un kimi zaman “en yüce hükmedici”, “alemin hükümdarı” niteliklerini verdiği, ne olduğu anlaşılamamış bu ad, sıradan bir kralı değil, Fransızca’da “Büyük Köpek” anlamına gelen “Grand Chien”i, yani Sirius’un bulunduğu Büyük Köpek (Grand Chien) Takımyıldızı’nı ve bu takımyıldızdaki “Yüce Köpek” lakaplı Sirius’u ifade etmektedir.
DEVAMINI OKU..

1 Kasım 2011 Salı

ASTROLOJİNİN TANIMI ÜZERİNE

Michael Munkasey, © 1977



Astroloji büyük bir hızla dikkat çeken ve popüler olmaya başlayan karmaşık bir konudur. Bu büyüme onun ne olduğu ve ne olmadığını belirlemek için resmi bir tanıma ihtiyaç duyar. Astrolojiyi tanımlamak kolay değildir, çünkü astroloji kısmen ustalık, kısmen sanat, kısmen bilim ve kısmen de sözlü ve yazılı olarak naklonulan bir şeydir. Astroloji, ne olduğu ve pratikte değişik şekillerde nasıl kullanılacağı konularında birçok branş benimsemiştir.
Tanımlanmaya ihtiyaç duyan bu durum, ayrıca kimin "astrolog" ünvanını kullanmaya hakkı olduğunu ve "astrolojik aktiviteler için korunması umulan etik seviyenin ne olması gerektiği" sorularını da beraberinde getirir. Astroloji hakkında yürütülen fikirler, onun geleneksel tanımları ve uygulanabilirliğinin saygınlığı gözönüne alınmadan yapılmaktadır. Bu da konuyu "geleneksel düşünce ve standartların dönüştürülmesi" gerekliliğine doğru götürmekte ve konuya ciddi kapsamlar getirmektedir.
Ben astrolojiyi üç değişik bölüme sahip olarak düşünüyorum, bunlar;
a) Dil,
b) Donanımlar (araç ve gereçler),
c) İnsanoğlunun güçlü ve zayıf yönlerini belirlemede kolaylıktır.
Astroloji iki farklı şekilde tanımlanabilir; fonksiyonel (teknik) ve uygulamalı (pratik). Fonksiyonel veya teknik olanı astrolojik açıdan sahip olunan birçok donanımın (araç ve gereç) nasıl kullanılacağıyla ilgilidir. Astrolojiyi fonksiyonel açıdan tanımlayan düşünce okullarına örnek olarak; Kozmobiyoloji, Hindu, Uranian, Tropikal, Plasidyen, Medieval (Ortaçağa ait) ve Sabian sembollerin kullanılması verilebilir. Pratik veya uygulamalı olanı ise, "tanımlamanın, birçok uygulama biçimini biraraya, bir bütün halinde topladığına" işaret etmektedir. Astrolojiyi pratik veya uygulamalı olarak tanımlayan düşünce okullarına örnek olarak; Hümanistik, Ezoterik, Psikolojik, Uyumluluk, Mundane (Dünyevi), Horary (Saate bağlı), Şamanistik ve Dini (örneğin astrolojinin X Tapınağı), Sanat Biçimleri (Astro-Drama) verilebilir. Astrolojinin nasıl tanımlanması gerektiğini tartışırken bu ayrımları not etmek çok önemlidir.
Fonksiyonel açıdan tanımlanmasının sağlayacağı avantaj, birçok düşünce ve pratik okulunun tanımdan bağımsız olarak hareket edebileceğidir. Dezavantajı ise pratisyenlerin kendilerini birden fazla alanla içiçe bulabilmeleridir. Böylece pratik yapmayı gerektiren minimum standartlar daha da karmaşıklaşabilir. Astrolojiyi uygulamalı (pratik) açıdan tanımlamanın getireceği avantaj pratisyenlerin kolayca birçok teknik ve fonksiyon arasında seçim yapabilecekleridir. Dezavantajıysa konuyu tatbik eden değişik okulların tanımın yalnızca bir parçası olarak kalabilecekleridir. Bu da şunu gösterir ki bu uygulamanın savunuculuğunu yapacak olan kişiler de sonradan bu tanımın bir parçası olabilirler.
Mühendislik ve tıp alanları da çok karmaşıktırlar. Mühendislik uygulamalı alanlarda çok çeşitlilik gösterir. Örneğin Makina Mühendisliği, İnşaat Mühendisliği, Bilgisayar Bilimi, Elektronik Tasarım vb.. Bu bölümler arasındaki yegane ilişki hepsinin de tasarım ve üretim sürecinde ortaklıklar göstermeleridir. Bu bölümlerden her birinin kendi profesyonel organizasyonları, itimat edilecek deneyimleri ve gazeteleri vardır. Ayrıca (Elektrik mühendisliği okullarında olduğu gibi) kendilerini öğrencileri eğitmeye adamış meslektaşları vardır. Tıp alanı da ebelik, dahiliye, göz, üroloji, radyoloji gibi bölümlere ayrılmıştır. Ortak noktaları tedavi sunmalarıdır. Gündelik yaşamda gözünüzde herhangi bir rahatsızlık olursa radyoloğa veya üroloğa gitmezsiniz. Eğer bir köprü veya bina inşa edecekseniz bilgisayar mühendisine başvurmazsınız. Ancak, inşaat mühendisleri bilgisayar kullanırlar. Ama kendilerini bilgisayar uzmanı olarak tanıtmazlar. Her iki alan da -tıp ve mühendislik- birçok branşta toplumu eğitmek için iyi şeyler yapmışlardır. Bundan öğrenilecek önemli bir ders vardır.
Bir tıp öğrencisi 4 yıl genel öğretim ve bilim dersleri, 4 yıl tıp dersleri ve toplumda aktif olarak hizmet vermeye başlamadan önce birkaç yıl da branşlaşma ve uzmanlaşma dersleri alır. Ancak belirli sınavları geçtiği anda topluma hizmet vermek için yeterli niteliğe ve yeteneğe sahip olmuş olur. Bir lisansa sahip olmak tıp alanında da bir gerekliliktir, ve doktorlara ancak pratik yaptıkları ve ilgilendikleri alanlarda çalışmak üzere lisans verilir. Bu alanlarda olduğu gibi, astrolojide de branşları benzer şekilde ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum. Bu da uygulama alanları yoluyla olacaktır.
Astrolojinin alanlarını birleştiren temel araçlar arasında "Güneş sistemindeki gezegenlerin, burçların, açıların (veya harmoniklerin), hassas kişisel noktaların, evlerin, sabit yıldızların, diğer güneş sistemlerinin cisimlerinin, uzun devinimsel döngülerin" kullanılmasını sayabiliriz. Astroloji pratiğinde alanların psikolojik, geleceği tahmin, sinastri (harita karşılaştırma), iş v.b. gibi bölündüğünü görüyoruz. Psikolojik astroloji de kendi içinde danışmanlık, mitoloji, astro-drama olarak ayrılabilir. Geleceği tahmin için kullanılan branşlar arasında horary (saate bağlı), electional (seçim), progresyonlar (ilerletmeler) ve horoskobun diğer kehanet araçlarıyla birlikte kullanılarak yorumlanmasını sayabiliriz. İş astrolojisi hem dünyevi (mundane) hem de işle ilgili tekniklerin uygulandığı bölümleri içerir. Sinastri (harita karşılaştırma) hem kişilerarası ilişkilerde psikolojik danışmanlığı, hem de kurumlara/çalışanlara danışmanlığı içerebilir. Ezoterik astroloji astrolojinin din, ritüeller, ruhun geliştirilmesi, reenkarnasyon, doğal kurgular, ritmik hareket gibi konularla ilgili uygulamalarını içerir. Astrolojinin bu kadar geniş bir alana yayılması ve kullanılması, son zamanlarda toplumda, astrolojinin pratikte tam olarak ne için kullanıldığı ve kimin kendisini astrolog olarak tanımlayıp bu hizmette bulunabileceği konusunda akıl karışıklığı yaratmıştır.

Astrologlar arasında huzursuzluk yaratan bazı uygulamalar yukarıdaki alanlar arasında özellikle sayılmamıştır. Örneğin astrolojik terminolojiyi ve araç gereçleri kullanıp tarot kartlarıyla (veya benzerleriyle) insanlara kehanetlerde bulunmak ve "astrolog" ünvanını kullanmak; bir haritanın yorumunda esas olarak sezgiye dayanmak; ve diğer kehanet yöntemleriyle astrolojik sembolleri birbirlerine karıştırarak kullanmak gibi. Bir avucun içindeki Jüpiter veya Ay işaretinin üzerinde yanıp sönen neonlarla reklamını yapan uygulamacılar ile eskiden bu yana gelen yöntemler üzerinde deneyim ve eğitim için zaman harcayan uygulamacıları birbirlerinden ayırmaya hizmet eden standartların sayısı çok az.

Eğer astroloji alanının profesyonelleri tıp ve mühendisliğin halkı eğitme yolunu izleyeceklerse, o zaman bu insanların kendilerini "astrolog" olarak değil, "Psikolojik Astrolog", "Seçim Astroloğu", "İş Astroloğu" gibi tanımlamaya başlamaları gerekir.

Burada kesinlikle "yetkili kılınmaktan" söz etmiyorum. (Diploma, sertifika ile) yetkili kılınmak astrolojiyi tanımlamaktan tamamiyle farklı bir konudur. Astrolojinin ne olduğunu ve ne olmadığını doğru şekilde tanımlamadan onun toplum tarafından tanınmasını sağlanmanın olanağı yoktur. Astrolojinin ne olduğunu ve ne olmadığını doğru şekilde tanımlamadan ona bilimsel testler uygulamanın olanağı yoktur. Yetkili kılmak, bir insanın seçtiği uygulama alanında gerekli eğitim ve yeterlik aşamalarını tamamladığından emin olmak için onu sınavdan geçirmek ve sertifikalandırmak gibi konuları içerir. Bu alanların tanımlanması, bir insanın seçtiği uygulama alanındaki teknikler ve belirli uygulamalarla kendini tanımlamasına olanak sağlar. Bu yazı "tanımlamakla" ilgilidir.

Burada sunulan şeylerin kapsamı çok geniştir. Astrolojinin bir dil mi yoksa bir araç mı olduğunun gösterilmesi veya buna karar verilmesi gerekir, yoksa bilimselliğinin kanıtlanması konusunda sarfedilen uğraşlar pek bir anlam taşımayacaktır. Hiç kimse bir kişinin Alman veya Fransız olup olmadığını, ya da bir çekiç veya ingiliz anahtarını bilimsel olarak kanıtlamaya çalışmıyor. Astrolojinin bilimsel olup olmadığının kanıtlanması konusunda "kanıt" kelimesinin anlamı, onun yaşam içerisinde nasıl işleyip nasıl işlemediğinin tanımlanmaya çalışılmasıyla karıştırılıyor. Bilimadamları Fransızların veya Almanların geçerliliklerini anlamak için testler yapmıyorlar. Daha ziyade, fiziksel doğalarını açıklamak için bu kelimeleri kullanıyorlar. Benzer şekilde, birisinin solak mı olacağının ya da saçının hangi renkte olacağının astroloji tarafından kanıtlanabilirliğinin sorgulanması, astrolojinin işlevlerinin anlaşılması açısından yanlış bir sorudur. Bunu sormak yerine kişi daha çok "Yetenekli bir horary astroloğu cevaplara ulaşmak için bilgilerini ve donanımlarını nasıl kullanır?", "Cevapları doğru çıkarımlar mıdır?", "Doğru kelimesinden kastedilen nedir?", "Bu uygulama diğer konular için de çoğaltılabilir mi?" soruları sorulmalıdır.



ÖNERİLEN TANIMLAR

Astroloji insanların kendilerini, hali hazırdaki yaşamsal durumlarını, güçlü ve zayıf yönlerini anlamalarına yardımcı olmak üzere tasarlanmış bir uygulamadır. Astroloji bunun için belirli araçlar kullanır. Bunlar; Güneş sistemindeki gezegenler, zodyaktaki burçlar, açılar (veya harmonikler), hassas kişisel noktalar, evler, sabit yıldızlar, diğer güneş sistemlerindeki cisimler, gezegen düğümleri (planetsel düğümler) ve uzun eksen sapmalarına dayalı döngülerdir.


Astrolog astrolojinin araç ve gereçlerini öğrenmiş olup, onların tanımlarını, sınırlarını, uygulama alanlarını bilip anlayan ve soruları cevaplamak veya bir içgörü oluşturmak için harita çıkarıp yorumlayabilen kişiye denir.


Harita en az üç astrolojik aracın bilinen şekliyle resmedildiği geleneksel, sembolik ve stilize edilmiş bir diyagramdır.


Horoskop astrologların kullandığı, bazen yükselen burç olarak da adlandırılan, araçlardan birisidir. Harita ile horoskop sık sık karıştırılarak harita yerine horoskop kelimesi kullanılmaktadır. Harita içine birçok astrolojik aracın geleneksel biçimde çizildiği bir çizelge veya krokidir.



Astroloji değişik uygulama alanlarına ayrılabilir. Örneğin:



Psikolojik astroloji
Astrolojik bilgi ve araçların kişilerin kendilerini, hayattaki rollerini, güçlü ve zayıf yönlerini anlamalarına yardımcı olan danışmanlık sanatında kullanılmasıdır.
Sinastri (harita karşılaştırılması)
Astrolojik bilgi ve araçların insanlararası ilişkilerde kişilere danışmanlık yapılmasında kullanılmasıdır.
İş Astrolojisi
İnsanlara iş yaşamlarında, dünyevi işlerinde, politik olaylarda ve tarihle ilgili konularda, astrolojik bilgi ve araçların kullanılarak danışmanlık yapılmasıdır.
Tahmin Astrolojisi
Astrolojik bilgi ve araçları kullanarak insanlara gelecek, geçmiş ve şu anla ilgili bilgiler verir. Uygun astrolojik zamanlar seçilir. Horary ve seçim (electional) yöntemleri burada yer alır.
Ezoterik Astroloji
Temelde astrolojik bilgiyi kullanarak insanlara kendilerini, kültürlerini, benliklerini, ruhlarını, geldikleri geçmişi kimliklendirmede yardımcı olur. Temel astrolojik araçların yanısıra çeşitli kehanet yöntemlerinin de kullanılması kabul edilebilir.
Tıbbi (medikal) Astroloji
Astrolojik bilgi ve araçların kullanılarak insanların sağlık durumlarıyla ilgili danışmalık yapılmasıdır.
Düzeltme (rectification) Astrolojisi
İnsanların doğum anlarının veya bir olayın zamanının astrolojik bilgi ve araçlarla  saptanmasıdır.
Döngü Astrolojisi
Astrolojik bilgi ve araçların kullanılarak hava tahmini, güneş patlamaları, nüfustaki doğal döngüler gibi konuların öngörülmesidir.
Diğerleri
(Bunlar için daha çok gelişme ve tanım gerekiyor)



SONUÇ ... TAM ZAMANI ...

Şimdi ciddi olarak astrolojinin ne olduğunu ve ne olmadığını belirtme zamanı. Eğer astrologlar mühendislik ve tıbbın önderliğini yapmakta olduğu yoldan yürümeyi seçeceklerse, astrolojinin çeşitli uygulama alanlarını tanımlamaya başlamanın ve her alan için gerekli minimum öğrenim düzeyinin zamanı geldi demektir. Bu çeşitli alanlar arasındaki farkları topluma anlatmaya ve kendimiz eğitmeye başlamanın zamanı geldi demektir. Bu alanlar içerisinde fonksiyon gösterecek organize gruplar başlatmanın zamanı geldi demektir. Ve astroloji öğretmenlerinin ve liderlerinin kendilerini ve öğrencilerini "Tıbbi Astrolog" veya "Psikolojik Astrolog" olarak tanımlamalarının zamanı gelmiştir. Çünkü kendi başına "astrolog" sözcüğü bir kelimelik tanım için çok genel kalıyor.

Benim burada yapmaya çalıştığım şey astrolojinin tanımı ve rolü üzerine geniş çaplı bir tartışma başlatmaktır. Çünkü tanım eksikliğinden dolayı kendimizi birçok açıdan eleştiriye açmış bulunuyoruz. Astrolojinin ne olduğu ve nereye vardığı sorusuna bir tanımlama getirmek hayati derecede gereklidir. Böyle bir tanımlamaya karar verildiğinde tüm astrologlar tarafından bu tanımın uygulanması gerekmektedir. Bu, çok uzun bir süre alabilir, kimbilir belki 10, belki 20, belki de 50 yıl. Umarım ön hazırlık niteliğinde olan bu düşünceler bu karmaşık konuya bir düzen getirirler.
DEVAMINI OKU..

30 Ekim 2011 Pazar

Sokrates

Sokrates (Yunanca: Σωκράτης, d. MÖ 470 Alopeke, Attika - ö. MÖ 399 Atina). Heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe Fenarete’nin oğlu olan Sokrates, Antik Yunan filozofudur. Yunan Felsefesinin kurucularındandır.

Özel yaşamına ilişkin fazla bir şey bilinmemekle beraber Sokrates, Platon ve Ksenophon’a kadar uzanan bir geleneğe göre kendisine üç çocuk veren Ksanthippi ile evlidir. Platon ve Ksenophon’un çizdiği portreye göre basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı ve göbeklidir. Alçakgönüllü, alışkanlıkları ve felsefeden başka bir uğraşı olmadığı bilinen Sokrates, başta öğrencisi Platon olmak üzere Yunan gençleri üzerinde giderek kendisini taklit etmeye varan derecede yükselen bir etki yaratır. O'nun gibi yalın ayak yürürler. Hatta bu grup özentisini alaya almak için Aristophanes Kuşlar adlı komedyasında bir terim icat eder. Bu terim Esokraton’dur. Uzun saçlı olurlar, açlık çekerler, Sokrateslik taslayanlardır. Ahlak felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in yaşamının en belirgin olaylarından biri MÖ 399 yılında hakkında açılan davadır. Platon'un Sokrates'in Savunması adlı eserinde anlattığı kadarıyla Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilir. Sokrates, yazılı bir kaynak bırakmamıştır. Yaşamı ve düşünceleri ile ilgili bilgiler Aristophanes gibi çağdaş yazarlar, Platon ve Ksenophon gibi ardıllarının yazdıkları ve Sokrates’in ölümünden on beş yıl sonra dünyaya gelen Aristoteles’in dolaylı anlatımlarıyla günümüze ulaşmıştır.

Sokrates'in felsefi yaşamına başlangıçlık eden olay Delphoi Tapınağı ziyaretidir.

Sokrates felsefesinin ana temalarını ele alan başlıca kaynak Sokrates'in Savunması adlı diyalogdur. Bu diyalog Sokrates hakkında açılan dava sonrasında Platon tarafından kaleme alınan bir felsefi başkaldırıdır. Bu eser, Sokrates'in felsefi yaklaşımı uyarınca sürdürdüğü yaşamını sergiler. Sokrates yaşam tarzını ve yaşam tarzı nedeniyle sahip olduğu güçlü düşmanlıkları sergilemek amacıyla dostu Khairephon’un Delphoi Tapınağı kahini Pythies’e kendisi ile ilgili ziyaretini aktarmayı gerek görür. Khairephon, kahine Sokrates’ten daha bilge birisinin bulunup bulunmadığını sorduğunda kahin, ondan daha bilge birisinin bulunmadığını söyler. Bu bilgiyi alan Sokrates önce şüpheye düşer, çünkü hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Ama tanrı yalan söylemeyeceği için kahinin sözlerinin doğruluğundan şüphe etmemek durumundadır. Böylece söz konusu kehanetin, çözülmesi gereken bir bilmece olduğunu düşünerek araştırmaya koyulur. Önce adı bilgeye çıkan politikacıya, sonra ozanlara, daha sonra da sahip oldukları Sophia ile ünlü olan ustaların ve zanaatkarların yanına gider. Onlara sorduğu sorularla, onların bilge olmadıklarını kavrar. Sokrates bunların cehaletin pençesinde kıvrandıklarını fark eder. Bu kişiler, hem bilmedikleri şeyleri bildiklerini sanmaktadırlar hem de neleri bilmediklerinin farkında değillerdir. Oysa cehaletten daha büyük bir kötülük yoktur. Sokrates bu kişilerden farklı olarak, bilmediğini bilir; tam da bu noktada o kişilerden daha bilge olmaktadır. Yani Sokrates kendi cehaletinin farkında olmak gibi insani bilgeliğe sahiptir. Yani Sokrates kendini bilmekte ve kendini tanımaktadır.

Sokrates, kahinin söylediği sözlerin gerçek anlamını bulmak için uyguladığı sorgulama sonunda Pythies'in ne demek istediğini anlamıştır. Onların arasında en bilge olduğu doğru bir yargıdır. Çünkü kendisi hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Sokrates böylece –bilmediğini bildiğini sanan- insanlarla, gerçek bilginin tek sahibi olan tanrılar arasında aracı durumundadır. Bu konum aslında Platon'un Lysis ve Şölen adlı eserlerinde belirttiği gibi, filozofun konumudur; zaten filozof kelimesi de Yunanca philei ve sophia kelimelerinin yan yana gelmesi ile oluşturmuştur. Bu kelime başta "bilgi ve bilgelik dostu" sonra ise "bilgiye can veren, onu sorgulayan" anlamına gelmektedir. Bunun ön koşulu da bilgisizliğin bilincinde olmaktır.

Sokrates’in kendini tanı ilkesinin başlıca sebebi; her kişinin yaratılıştan iyi olduğu görüşünden gelir.Sokrates'in ahlakçı akılcılığı buna denk gelmektedir.
DEVAMINI OKU..