Trakya Beyin Platformu

psikanaliz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
psikanaliz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2011 Çarşamba

JUNG'a GÖRE GERÇEK AŞK

GERÇEK AŞK

“Hayal dünyamı cezbediyordun. Şimdi merakımı bile cezbetmiyorsun. Hiç bir etki yaratmıyorsun. Seni sevdim çünkü muhteşemdin, zekiydin, dahidin, şairlerin hayalleri, sanatçıların şekilleriydin. Aman Tanrım, seni sevdiğim için ne kadar aptalım. Benim için şimdi hiç bir şeysin. Seni bir daha hiç görmeyeceğim, düşünmeyeceğim, adını bir daha anmayacağım. Benim için bir zamanlar ne demek olduğunu tahmin edemezsin, düşünmeye bile tahammül edemiyorum. Keşke seni hiç görmeseydim, hayatımdaki romantizmi mahvettin”

Oscar Wilde, The Picture of Dorian Gray (1890)

Bana gelen bir e-posta mesaji aynen şöyle başlıyordu “Doğum Tarihim XXX, 10 yıldır evliyim ve bir oğlumuz var. İş yerinde bir bayan arkadaşım ile son zamanlarda çok yakınlaştık. Her an onu düşünüyorum. Ona karşı duygularım, eşime karşı duygularımın tam tersi (eşim ile artık kardeş gibiyiz). Boşanmayı düşünüyorum, çocuk olduğu için çok zor bir karar ama böyle yaşamakda yaşarken ölmek gibi geliyor. Bu konuda bana fikir verebilir misiniz?”

Bir kişiyi, e-postasında da ifade ettiği gibi, bütün olumsuz koşullara rağmen ve bütün kontrol mekanizmalarını çökerterek bu kadar köşeye sıkıştıran olguya Jungian dünyada aşk değil “Anima Yansıtması” deniyor.

Hoş Geldin Anima Yansıtması!

Anima yansıtmasının ( eğer aynı duyguları bir kadın hissediyorsa buna “animus yansıtması” deniyor) başlıca belirtileri bu kişinin yazdıklarının içinde saklıdır. Eğer bir erkek, bir kadına karşı çok yoğun hisler besleyip, adeta yeniden hayata dönmüşcesine bir coşku ile bütün enerjisini ona yönlendiriyorsa, ayrıca bu heyacanı hep yaşamak için ona sahip olması gerektiğini düşünüyorsa ve bu isteğin yoğunluğunda başka her alternatif ona ölüm gibi geliyorsa bu bir anima yansıtmasıdır. Çoğu zaman bu karşıdaki kişi tam olarak tanınmıyordur fakat yine de kişi kendini karşısındaki ile bir bütün ve tam hissediyordur.

Bu arzunun etkisinin büyüklüğü arzuyu yaşayan insanın içinde bulunduğu duygusal boşluk ile dogru orantılıdır. Bu boşluğun temelleri genelde çocukluk yıllarında atılır ancak bu arzunun yaşandığı sırada belki saklanarak, belki bir proje ve iş peşinde ihmal edilen iç dünya ile boşluk giderek büyümüştür. Yapılan iş belki de çok tatminkardır fakat o çok derinlerde olan duygusal boşluğu dolduramıyordur.

En sık gördüğümüz yanlış ise bu boşluğu “aşk” zannedilen bir arzu ile doldurmaya çalışmaktır. Bu arzu aslında bize bir mesajdır. İç dünyamız kaybettiği bir şeyi bizden yeniden talep etmektedir.

Anima erkek zihninin dişi, animus kadın zihninin erkil yönüdür. Jung’a göre erkek içindeki duygusalllığı, kabullenişi, bakma, besleme ve yaratma güdülerini bir kadına yansıtarak kendi iç dünyası ve dış dünya arasında bu kadın aracılığı ile bir köprü kurar. Erkekte ‘anima’ genelde içindeki ‘Tanrı’ imajı (yaratma gücü) ile gelişir. Aynı şekilde kadının içindeki ‘animus’ ona hedeflerine ulaşmada yardım eder, zihinsel netlik sağlar, limitlerini belirler. Kendi egosu ile bilinçaltının bir aracısı olur. Kadınlarda ‘animus’ genelde ‘Baba’ imajı ile gelişir.

Erkeğin içindeki dişi yön ona ben senin içindeyim fakat varlığımın farkında değilsin demektedir. Hatta haykırmaktadır, rüyaları ve arzuları ile mesaj göndermektedir. Bu arzu iç dünyasının önceden ne kadar ölü olduğunu kişiye hatırlatır. Kendi benliğini tanımaya çalışmayan, özünde gerçekten kim olduğunu, ne istediğini bilmeyen insanlar bu içlerinde kaybolmuş hayatı başkalarına yansıtır. İçimizde patlayan volkan misali ( eğer bu iç dünya ile orta yaşa kadar bağlantı kurulamamışsa mutlaka orta yaşlarda) bütün kontrollerimiz kaybolur. Artık kendi benliğimizi anlamanın zamanı gelmiştir yada büyük bir hüsrana uğramaya.

Bir çok insan bu dramın yansıtma olduğunun farkında değildir ve bütün enerjisini kendilerini bütünleyeceğini sandığı insanı elde etmek için harcar. Karşıdaki insanın kim olduğu da aslında pek önemli değildir, eski bir aşk, genç bir vücud, platonik sevgili, ilgisini ve beğenisini belli eden bir kişi bu yansıtmaya aday olabilir (nede olsa aradığımız bütün özellikleri ona yansıtıyor olacağız değil mi?) Bu aşk, ateş, cazibe, macera, çekim bizi bir süre oyalayabilir ama hiç bir zaman içimizde ifade edilmek istenen yönümüze yardım etmez aksine iç dünyamıza vereceğimiz dikkati dışarıya verdiğimiz için içimizde boşluğu yaratan problemlere ekleme yaparız.

Kişilerin içsel büyümesi bütün olarak bir büyüme değildir. Zihnin ayrı ayrı parçalarını farkedip, onların geliştirilmesidir.

Karşılıklı yansıtma gerçekleştiği zaman artan fantazi ve erotiklik psikolojik açıdan semboliktir. Kişi kendi içine girip, bütünleşmek istemektedir. Yansıtma eninde sonunda biter ancak ne kadar uzun sürerse o kadar uzun süreli ve sevgi dolu ilişki potansiyelinden uzaklaşılır. Birçok ilişki yansıtmanın bitişi ile sona erer ve aynı döngü bir başkası ile tekrarlanır. Bazıları aşık olduğunu zannettiği kişi ile evlenir, sonra onun düşündüğü kişi olmadığını anlar. Diğer taraftan yansıtmaya maruz kalmış insan ilk heyecanın ardından, bu yansıtmanın ağırlığında ezilir (bugün hayran olunan birçok sanatçının yaşadığı psikolojik trauma bu sebeptendir.)

Bu tür arzular hissettiğimiz zaman bireyleşme sürecimizin başlaması gerekmektedir. İlk önce iç dünyamızda bir yolculuğa çıkmamız ve neler yapacaksak daha sonra kontrollü bir şekilde yapmanız doğru olandır. İçinde bulunduğumuz durum büyük değişimlerin habercisidir ve en büyük değişim kendi içimizde yaşanmalıdır.

Gerçek Aşk!

Yansıtmalarımızdan bir an önce kurtulup, partnerimizi olmasını istediğimiz gibi yada bize verecekleri için değil, onu olduğu gibi sevmeye başladığımızda gerçek aşka demir atılır. Bunu yapan iki kişinin arasındaki aşk giderek büyüyecektir çünkü gerçektir. Gerçek aşk, yansıtmadan farklı olarak karşıdakinin kendine has kişiliğini destekler, kendimizin bir aynası yada içimizdeki mükkemmel ebevyn özlemi değildir. Unutmayalım, biz ne kadar bir başkası ile tamamlanmak istersek o kadar karşıdakinin kişiliğini red ederiz. Böyle bir aşk gerçek değil bir hayaldir.

 
DEVAMINI OKU..

JUNG VE GÖLGE KAVRAMI

Gölge Kavramı

“Başkalarında bizi rahatsız eden her unsur kendimizi anlamamıza yardım eder” - Carl Jung

En sevmediğiniz, tahammül edemediğiniz karakter özelliklerini düşünün. İsterseniz gözlerinizi kapatıp bu özelliklere sahip ve mümkünse uzak durmayı tercih ettiğiniz insanları aklınızdan bir geçirin. Bu yalancı, bencil, tembel, hırslı, despot, duygusuz, fazla hassas, saf, bilmiş, kurnaz kişiler bizi delirtmiyor, malesef bu özellikler bizim tahammül edemediğimiz kendi karanlık yönümüzdür.

Bu bilinçaltı olgusuna analitik psikoloji “gölge” adını vermiş. Gölge, adından anlaşılacağı gibi, kişinin ışık altında olmayan, karanlık yüzüdür ve kişinin bilinçdışındadır. İnsanın isteği, entellektüel yapısı, iyi niyetinden bağımsız olarak eğer üzerinde gerçek bir çaba ile uğraşılmaz ise da hep bilinçdışında kalır. Her bilinçdışı karakter özelliği gibi gölge de bilince getirilmedikçe diğer insanlara yansıtılır ve kolay kabul edilebilen bir olgu olmadığı için, bu yansıtma çok sık görülür.

Dr. Jung, “Aion” adlı kitabında gölgeden bahsederken “..gölge ego kişiligi tehdit eden ahlaki bir problemdir” der. Ona gore “ hiç kimse üzerinde ciddi olarak uğraşmadan gölgesinin farkına varamaz ve onun farkına varmak demek kişiliğin karanlık yüzünü karakterinin bir parçası olarak kabul etmek demektir. Bu kabullenme kendimizi tanımak için gereklidir fakat kural olarak ta her zaman bir iç direniş (inkar ediş) ile karşılaşır.” (1)

Gölgenin insan bilincine gelmesi genelde diğer bir insan aracılığı ile olur. Uyanık hayatınızda diğer insanlarda tahammül edemediğiniz , eleştirdiğiniz özelliklerin yanı sıra rüyalarınızda da size en çok zarar veren veya kızdığınız, kendi cinsinizden olan kişiler muhtemelen gölge kişiliğinizden haber verir. Kural olarak gölgeyi kendi cinsimizden olan kişilere yansıtırız, bir kadının “ devamlı çocuğun bezinden bahseden anaç tiplerden nefret ediyorum” dediğini duyduğunuz zaman onun gölge kişiliğini, bastırdığı olguları tahmin edebilirsiniz. Burada nefret etmek, tahammül edememek, “sinir” veya “gıcık” olmak anahtar kelimelerdir. Kendi işimiz, sorunumuz olmayan konulara verdigimiz reaksiyonları düşünürken “bundan bana ne idi acaba?” sorusunu ciddi olarak kendimize sormalıyız çünkü o yorumda mutlaka bizle ilgili bir kısım vardır. Bazen gölge kişilik bir kuruma, devlete veya bir felsefeye yansıtılır. İdeolojik kinler buna örnektir.

Gölgemiz bilincimiz dışında iken malesef dış dünyadan o kadar da gizli değildir. Bu özellikleri ne kadar bastırdıysak, karanlık tarafımız diğerlerine o kadar aşikardır.

“Güneş ne kadar yükseğe çıkarsa, gölge o kadar azalır”
                                                                                 - Lao Tzu

Bir insan kendi gölgesini değiştiremez fakat onu ayıplayan, eleştiren bilincini değiştirebilir. İnsan zayıf yönlerini ifade etmenin yollarını buldukça gölgesi de daha dengeli olmaya başlar. Kişi bu konularda ne kadar katı olursa gölge o kadar yıkıcı olur.

Astrolojik olarak, bir insanın gölgesi üzerindeki çalışmaya her bilinçaltı analizinde olduğu gibi eksik veya zayıf elementi analiz etmekle başlarız. Baskın psikolojik fonksiyonun karşıtı olan zayıf fonksiyon gölgenin rengine katkıda bulunur. Her psikolojik tip, dolayısı ile her astrolojik element kendi karşıt elementinde zayıftır. Mantıksallık veya düşünce fonksiyonu güçlü kişilerde duygusallık, beş duyu ile idrak etme veya duyusallığı kuvvetli kişilerde ise sezgisellik fonksiyonu zayıftır.

Ah bu Satürn!

Satürn’ün doğum haritasında sembolledikleri gölge analizinde kritikdir. Satürn’ün pozisyonu insanın hayatında yetersiz, hassas, sakar olduğu fakat bunları cesaret gösterek telafi etmeye çalıştığı bölgedir. Burada savunmacı özellikler gösterip, diğerlerini eleştiririz, en dar ve en bencil olduğumuz konular bu alandadır. Aşağılık kompleksimiz bu noktada olduğu için etraftan da en çok karşı çıkışa veya saldırıya da bu bölge maruz kalır.

Satürn’ü gölgemizi anlamak için kullanırken ilk önce doğum haritamızdaki burcuna bakarız. Satürn içinde bulunduğu burcun negatif özelliklerini ortaya çıkarır, o burcun temsil ettiği konularda korkularımızın esiri oluruz. Yetersizlik hissi ile ya geri çekiliriz yada fazlası ile cesur oluruz. Örnegin natal Satürn, Koç burcunda ise en büyük korkumuz kaybetmek veya bir konunda ikinci olmaktır. Kişi Koç’un zoru başarma ve kendine güven özelliklerini ifade etmekte zorlanır. Pasifleşip, insanların onu domine etmesine izin verir dolayısı ile içinde gizli bir kızgınlık biriktirir. Bunun sonucu Koç özelliklerini daha iyi ifade edebilen insanları eleştirir, onlara tahammül edemez ya da kabadayı hareketler ile kendi güçsüzlüğünü bastırmaya çalışır. Diğer bir örnek olarak Boğa burcundaki natal Satürn’ü düşünelim, burada sembollenen kişinin elde ettiklerini kaybetmekten ve maddi kayıptan korkmasıdır. Bu kişi Boğa burcu özellikleri gösteren insanları fazlası ile rahat ve keyfine düşkün olmakla suçlar. Kendisi Boğanın özelliklerini pozitif olarak yaşayamadığı için bu özellikleri bencillik olarak nitelendirip, kendisinin fedakarca çalıştığını düşünürken belki de kendi tembelliğini veya bencilliğini bastırmaya çalışır. Satürn, Yengeç burcundaysa kişi duygusal olarak red edilmek ve yalnız kalmaktan korkar. Yengeç burcu özellikleri gösteren evcimen, aile odaklı insanları bağımlı olmakla eleştirirken bastırdığı korkuların etkisi altındadır. Bunlar oldukça basitleştirilmiş örnekler olsa da Satürn’ün burçlara göre etkisinden bir fikir verir.

Haritanızdaki Satürn hangi burçta ise o burçta Güneş’i olan aynı cinsten kişilerden hoşlanmamak çok sık görülen bir durumdur. Karşı cinsten bu burcun özelliklerini gösteren kişilerden etkilenmek ise aynı sıklıkta rastlanır. İlişki haritalarında kuvvetli Satürn açısı olmaması iyiye işarettir fakat Satürn’e dokunmayan ilişkiler de ilk görüşte derin duyguları kabartmaz. Bu yüzden ilişkilerde Güneş ve Satürn’ün birleşim, karşıt ve kare açıları sık görülür, farkedilmeyen gölgenin yansıtılması kuralı iş başındadır. Bu tür ilişkide insanların özellikle karşı tarafta eleştirdikleri ve aşırı tepki verdikleri konularda problemin kaynağını oturup iyi düşünmeleri ve bilinçaltı çalışmalarını iyi yapmaları gerekir.

Haritanızda Satürn’ün içinde bulunduğu burcun anlamını, ondan kaçmak yada başkalarına kızmak yerine, kendinize tuhaf gelsede hayatınıza entegre etmeyi başarırsanız en azından gölgeniz ifade edilme fırsatı bulup, nefes alabilir.

Satürn’ü sadece burcuna göre değil, içinde bulunduğu eve ve yaptığı açılara göre inceleyip anlamak bilincimizin gelişimi için önemlidir. Satürn 4. evde ve gölge babaya mı yansıtılıyor, yoksa Saturn 11. evde ve gölge arkadaşların üstüne mi kalıyor. (Bu konuda daha fazla araştırma yapmak istiyorsanız en iyi kaynaklardan biri Dr. Liz Greene’in “Satürn” adlı kitabıdır.(2))

Satürn’e öğretmen gezegen dendiğini duymuşsunuzdur. Eğer gölgemizi anlayıp onu ifade etmek istersek, hayatımızdaki şansızlıkların altındaki nedenleri bütün samimiyetimizle anlamaya çalışırsak, Satürn bize güç verir, yolumuzu aydınlatır.

Bu gezegeni iyi anlayınca hayatımızda karşımıza çıkan ve etraftan geldiğini zannettiğimiz engelleri de anlamaya başlarız. Bilinçaltımız, bilincimiz ile birleşmek ister, bunları biz bilincimize getirmezsek onlar kaderin cilvesi olarak karşımıza çıkaracaktır.

Mükemmeliyetçilik bir ideal olup insan olarak doğamızı inkar etmemize neden oluyor. Kötü diye nitelendirdiğimiz özelliklerin yaradılışımızın bir parçası olduğunu unutuyoruz. Gölgemiz her ne kadar zor anlaşılsa da, bulanık bir kavram olarak kafamızı karıştırsa da ve onu kabul etmek bizi derinden sarssa da, bütünlüğümüzün bir parçasıdır.
DEVAMINI OKU..

JUNG'a GÖRE KADER

Kader mi ? Degil Mi?

 “Bilincinize getirmediğiniz herşey karşınıza kader olarak çıkar” demişti Carl Jung. Başımıza gelen dış dünya olayları ile iç dünyamız arasında direk ilişki kurmuştu. Peki Jung ne demek istemişti?

Jung, bilinçdışının ögeleri hakkında çok yazı yazdı. Örneğin, insanın bilinçdışındaki karşı cinsi, anima ve animus, insana hem cehennemi, hemde en büyük zevkleri yaşatıyordu, yaratıcılığın da kaynağı idi. Bilinçdışındaki tutkularımız, isteklerimiz karşımıza çıkan insanlara bile karar veriyordu. Hep karşısına kötü, yanlış kadınlar/erkekler çıkıyor, bir türlü doğru insana rastlamadı, ilişkilerinde dikiş tuturamadı diye ahlayıp ve vahlamak yerine, bilinçdışımızı bilincimize getirmemizin gerekliliğini bize anlattı.

Gölgemiz, kabullenmediğimiz karanlık yönümüz, yargılarımızı, realiteyi algılayışımızı şekillendiriyordu. Ayıpladıklarımız, kötü diye kaçındıklarımız kendi içimizde vardı, bu yüzden bocalayıp duruyorduk. Dış dünya subjektif gözlerimizin lensinden görünüyordu. Hani şu bardağın yarı dolu veya boş gözükmesi gibi ve kendi kaderimizi kendimiz yaratıyorduk.

Peki kader nedir? Büyük bir güç tarafından yazılmış bir yazgı mıdır? Jung, “Collected Works (Toplanmış Eserleri)” de içgüdü, bilinçdışı ve kaderin anlamlarını birleştirir. Göçmen kuşların göçü, tohumun filizlenmesi Jung’a göre kaderdir. İnsanın bireyleşme çabaları, kendi olma yolculuğu da içgüdüseldir yani insanın kaderidir. İnsanın bilinçdışının bir ucu tarih öncesine gider (kollektif bilinçdışı), diğer ucu ise bazı davranışlara içgüdüsel olarak hazır oluşu nedeni ile geleceğini belirler. Bu onun kaderidir. Jung’a göre kader, egonun isteği ile aynı olmak zorunda değildir. Kader, egonun isteklerine karşı olunca onun kendinden ayrı bir güç tarafından yazıldığını zannetmesi çok da tesadüf değildir.

Yaşadıklarımızı bilinçdışımız belirliyorsa ve bilinçdışımız kaderimiz ise, bilinçdışımızı bilincimize getirmekle hayatımız ne kadar değişir? Kuyunun dibini görünce, kuyu kaybolur mu? B ilinçdışı kompleksler yüzünden yüzeye kontrolsuz çıkan haraketler ve isteklerin esiri miyiz? Yoksa bastırıp, kontrol etmeye mi çalışmalıyız?

Bu soruların cevabı kolay değildir, bir çoğumuzun tecrübe ettiği gibi ne kadar üstünde çalışsak bile bunları bazen kontrol edebiliriz, bazen de edemeyiz. Bildiğimiz şeyleri daha iyi kontrol edebildiğimiz kesin, bilmediğimiz birşeyi kontrol edemeyiz. Ayrıca yaşadıklarımız için suçladığımız kişilerin davranışlarında ve olaylarda kendi payımızı farkedince onlara karşı toleransımızın artığı da doğrudur. Bilinçdışımızı bilincimize getirdikce farkındalığımız artar, farkındalığımızın artması, olgunlaşmamız, olayları içselleştirmemiz ile yaşadıklarımızı daha olumlu yaşamamız olasıdır.

Burada astrolojiden örnek vermek gerekirse, ortaçağ astrolojisinde Güneş-Satürn karesine verilen anlam (özellikle bu açının ucu IC veya Ay’ın Kuzeydüğümüne denk geliyorsa) doğal yollardan olmayan, şiddete maruz kalarak ölümdür. Bugün ise modern astrologlar tarafından aynı açı, derin güvensizlik hissi ve toplumun bakış açısına aşırı hassasiyet diye yorumlanıyor. Aslında açının sembollediği anlam değişmedi, sadece Jungian analistlerin, psikoloji workshoplarının ve meditasyon gruplarının olmadığı ortacağda bu enerjinin en yaygın ifade ediliş şekli fizikseldi, bugün ise farkındalığı artan insan için bu enerji ilk önce kendi içinde yaşanıyor, sonra onunla mücadele etme yöntemleri öğreniliyor. Böylece bu açıyı ifade etmek için ilk akla gelen bir kılıca sarılmak olmuyor. Açı aynı, arketip aynı, enerji aynı fakat içselleşme deneyimi ile davranışlarının sebebini anlamaya çalışan insan için bu enerjinin tek ifade ediliş yöntemi artık fiziksel değil.

Farkındalığın artışı ile yaşananların değişmesi örnekleri çoğalır, hatta makus kader diye adlandırılan bir ölüm de bile bir ifade edilememişliğin, yaşanılmamışlığın, rededilişin izleri bulunur ya da ölüm o ruh için bir ihtiyaçtır. Bir kişinin öldüğü anın haritasını çıkarttığınızda (ölüm haritası, doğum haritası gibi o anın özelliklerini gösterir) bunları açıkça gözlemlersiniz.

Psikolojik Astrolojinin görüş açısına göre kader bizim dışımızda gelişen bir olay değildir, kaderimiz içimizdedir yani psikolojik komplekslerimizin bir parçasıdır. Bu kompleksler de ayrıca Evrenin muhteşem düzenin bir parçasıdır. Belki bu yüzden psikolojik astroloji de, klasik astroloji gibi kader ile ilgilenir diyebiliriz.
DEVAMINI OKU..

JUNG,PSİKANALİTİK KURAM NEDİR ?


Jung, insanları sınıflandırmaya çalışır:İçedönük Tip: Dış dünyanın uyaranlarını reddeden kendi içine dönmüş tiptir
Dışadönük Tip: Gereksinim duyduğu dış dünyaya yönelmiş ve uyaranlarını çevresinden alan tiptirJung, kişiliğin dört ana fonksiyonunu tanımlamıştır:Duyuş: Duyu organıyla algılamadırHissetme: Kendini ve başkalarını değerlendirebilme yeteneğidir
Düşünme: Düşünme işlevi ve kavrayışıdırSezgi: Bilinçli olarak kavramanın dışında gerçeğin fark edilmesidir

    Jung bunlara dayanarak sekiz tür içe ve dışa dönük tip tanımlar:

Dışadönük Düşünen Tip: Nesnel düşünceler ön plandadır Enerjisini öğrenmeye ve dış dünyayla ilgili bilgi toplamaya harcar Duygusal yönleri baskın değildir (Bilim adamları) İçedönük Düşünen Tip: Aşırı durumlarda kişinin kendine yönelik araştırmaları sırasında gerçeklik hissi kopabilir Kendini duygularından korumak için onları bilinçaltına itmiştir İnsanlar onu pek ilgilendirmez İnatçı ve gururludurlarDışadönük Duygusal Tip: Duygular düşüncelere egemendir

Duygusal tepkileri oynak ve değişkendir Düşünce işlevleri iyi gelişmemiştir Sevgileri kolayca nefrete dönüşebilirİçedönük Duygusal Tip: Duygularını dış dünyadan saklayan, ilişki kurması güç insanlardır Melankolik olmalarına karşın dışarıdan kendine yeten kişi izlenimi de verebilirler Derin ve yoğun duyguları nedeniyle zaman zaman patlamalar yaşayabilirlerDışadönük Duyusal Tip: Gerçekçi, pratik, aklına koyduğunu yapan kişidir Zevk ve heyecan verici şeyleri severler ama duyguları yüzeyseldir Dış dünyadan gelen uyarımlara dönük yaşarlar Buna bağlı olarak ilaç bağımlılığı ve cinsel sapmalar sıkça görülürİçedönük Duyusal Tip: Dış dünyadan uzak durmayı tercih ederler Kendi duyularına yönelirler, sakin, edilgin, davranışlarını denetim altında tutan biri izlenimi verirler Duygu ve düşüncelerindeki kısırlık nedeniyle insanların ilgisini

çekmezlerDışadönük Sezgili Tip: Oynak ve tutarsız bir yapıya sahiptir Yenilikleri izlemeye çalışırlar ancak uzun süre konsantre olamazlar Bunun nedeni düşüncedeki kısırlıktan ötürü sezgilerine göre davranmalarıdırİçedönük Sezgili Tip: Genellikle çözülmesi güç bir tip gibi algılanır Kendisine göreyse değeri anlaşılmamış bir dahidir Dış gerçeklikle ilişkisi olmadığından insanlarla iletişim kuramaz Anlamını bilmediği imgeler dünyasında yaşar ancak imgelere ilgisi de sürekli olmadığından bir sonuca ulaşamazJung, bu karakter tiplerinin fazla gelişmiş bilinçli tutumları ve bastırılmış bilinçdışı tutumları içerdikleri, dolayısıyla uç örnekler olduklarını işaret eder Gerçekte insan ya içe ya da dışa dönüktür Dört işlevden biri diğer üçüne göre bilinçli dünyasına egemendir Jung bunu birincil işlev olarak adlandırır Bunun yanı sıra bir de yardımcı işlev vardır Y İşlev birinci işleve hizmet eder ve bağımsız değildir Bu nedenle B İşleve karşıt çalışmaz Jung’un tipolojisi, insanların sınıflandırılamayacağını savunanlarca ağır şekilde eleştirilmiştir Oysa Jung da temel olarak insanın kendine özgülüğüne inanır Onun anlatmak istediği her insanın bu sekiz kategoriden birine ait olduğu değil; bilinç ve bilinçdışı düzeylerdeki tutum ve davranışların farklı bir dağılım gösterdiğidir

JUNG PSİKOLOJİSİNE AİT BAZI KAVRAMLAR

Ego: Kişiliğin bilinçli tarafıdır Kişiliğin en üst düzeyde yer alan bileşimidir Görevi gerçekle ilişkiyi ve uyumu sağlamaktır (algılama,hatırlama,düşünme,duyumsama) Ego, kişiliğin bütünlüğünü sağlar Ego, birçok duyu-algılamayı bastırır Kişisel bilinçaltı: Egoya komşudur Önceden bilinçli olan ancak sonra görmezlikten gelinmiş ya da bastırılmış düş ve arzulardan, deneyimlerden oluşur Sadece bireyin kendine aittir Ego ile kişisel bilinçaltı arasında iki yönlü etkileşim vardır Kişisel bilinçaltına ait anılar kontrol zayıfladığında(uyku) hatırlanabilirler Bazen de zaman ve mekan ya da rastlantısal bir ilişki anıları ortaya çıkarırKollektif Bilinçaltı ve Arketipler: K Bilinçaltı, kişisel bilinçaltından daha derinlerde bulunur, kalıtımsaldır ve insanlığın evrimsel gelişiminin izdüşümüdür Arketip, duygusal yönlü, güçlü, kalıtımla gelen evrensel bir düşünme biçimidir Bu sembollerle anlama ve bu algılamaya uygun şekilde davranmadır Bazı arketipler önemli oranda geliştiğinden ayrı birer kişilik olarak incelenmektedirler

Kollektif Bilinçaltında bulunan belli başlı arketipler:
Persona: Kişiye ait olan pek çok şeyin bastırıldığı durumdur Kendinden beklenene uyma, kabul edilen davranışları yapma vs Kişi persona ile toplumdaki diğer kişiler üzerinde olumlu etki yaratmaya çalışır Kişinin birden fazla personası olabileceği gibi evde ve işte farklı personalarını da kullanabilir Personanın bir başka fonksiyonu da kişisel çıkar sağlamaktır Örneğin yapmakta olduğu şeyden hoşlanmayan birey, ilerde gelebilecek yararı düşünerek yapmakta olduğu şeye devam eder (not çıkarmak) Personanın aşırı kullanımı psikopatalojiye neden olabilir Personasıyla özdeşleşen kişi kendine yabancılaşır Buna şişme denir Buna engel olmak için kişi personasına aktarmadığı yönlerini (öznel tarafını) tanımalı, barışık olmalı ve kınamamalıdır

Gölge: Kişinin kendi cinsiyetini temsil eden ve hemcinsleriyle ilişkisini düzenleyen arketipine gölge denir İçgüdüsel ve ilkel taraftadır, güçlü ve tehlikelidir Toplumsal yönün sürdürülebilmesi için gölge persona tarafından bastırılmalıdır Gölge ısrarcıdır Ego ve gölge işbirliği yaptıklarında kişi kendini yaşam dolu hisseder, zihinsel işlevleri canlanır, bedensel etkinlik artar Kişi bunalıma girdiğinde ise gölge ego üzerinde denetim kurmaya çalışır Ani kararlarda ve kararsızlık durumlarında gölge iş başındadır Gölgenin reddedildiği bir kişilik sönük kalır

Anima ve Animus: Erkeğin dişi arketipi animadır Kadının erkek arketipi animustur Aşırı erkeksi özellik gösteren erkeklerde anima bilinçdışı kalır ve gelişemez Bu da bilinçdışını zayıf ve etkisiz kılar Böyle tipler çoğu kez zayıf ve bağımlıdır Her erkek doğuştan sahip olduğu kadın imgesine göre kendine eş seçer Erkekte anima ilk annede, kızlarda animus ilk babada yansır Animanın aydınlık (saf,asil,temiz) ve karanlık (baştan çıkarıcı, cadı) iki yönü vardır Ben: Bilinçdışındaki diğer arketipleri ve onların bilinç düzeyindeki ortaya çıkışlarını düzenler ve örgütler Kişiliği bütünleştirir Orta yaşlara gelindiğinde ortaya çıkar Çünkü ancak bu yaşlarda kişilik tam olarak gelişmiş ve bireyselleşmiştir Bu da ancak insanın kendisine ilişkin her şeyi bilinçlendirmesi ile gerçekleşir Eğer ego ben arketipinin çağlarına uymaz ve bilinçdışı içeriğin ben’e ulaşmasına izin vermezse kişi kendini tanıyamaz Kendini tanımadan kendini gerçekleştirme meydana gelemez
Simgeler: Binlerce yıldan beridir değişmeden gelmiştir Simgenin üç yönü vardır:
Soyut ya da o anda bulunmayan bir şeyi açıklamak için kullanılır
Bir parça ile bütünü ifade eder

Elinde gerçek bir güç bulunduran yaşayan gerçekliğe dönüşür(kara kedi)
Atalarımıza ait korkuların geçerliliği halen devam edebilmektedir
Cinsellik açısından iki tür ilke vardır:
Erkeğe özgü ilkeler: etkin, parıltı, dölleyici, içe giden
Kadına özgü ilkeler: edilgen, silik, döllenen, içine gidilen

Erkeğe ait büyük simgeler :

Güneş: Parıltı,

Baba: Aydınlatan,

Ateş: Güneşe bağlı,

Falüs: Erkeklik organı

Kadına ait büyük simgeler:

Toprak: Döllenen,

Su: Doğurgan,

Kişilik bölümleri birbiriyle sürekli etkileşim halindedir Bunlar üç ayrı biçimde ortaya çıkar:
Bir bölüm diğer bölümün güçsüzlüğünü ödünleyebilir,
Bir bölüm diğerine karşı çıkar,

İki ya da daha çok bölüm birleşerek bütün durumuna gelir
Ödünleme: Bilinçdışı, kişilik sistemindeki zayıflıkları sürekli ödünlemeye çalışır Dışadönük bir insanın rüyaları içedönüktür

Karşı çıkma Etkileşimi: Duygular düşüncelere karşı çıkarlar Çatışma sürekli var olandır ve bu çatışmalara dayanma gücü gösteremeyen insan nevroz ya da psikoz yaşar
Psike: Kişiliğin tümüdür Bilinç, kişisel ve ortak bilinçdışı tümüyle psikeyi oluşturur Bireyin fizik ve toplumsal çevresiyle uyumunu sağlarPsikenin Dinamiği: Kapalı bir sistemdir Kendi içeriği ile çalışır ve yüzeyi yalnızca dıştan içe bir geçirgenlik gösterir Psike sürekli uyarılma ve değişme durumundadır Dış kaynaklı enerjisini dokunduğumuz, hissettiğimiz vs şeylerden alır Dış çevre ve bedenden gelen uyaranlar enerjinin dağıtılması ve yer değiştirmesini gerektirir Kişiliğin çalışmasını sağlayan enerjiye ruhsal enerji denir Psikeye sürekli olarak dolan yeni yaşantılar onun dengesini bozar Psike sürekli çalışır, uykuda da rüya üretirEş Değerlilik ve Entropi İlkeleri: Enerjinin psikenin çeşitli bölümlerine aktarımı iki fizik ilkesine göre olur: Eşdeğerlik ilkesine göre, kişiliğin bir bölümündeki enerji azalır ya da yok olursa aynı miktar enerji başka bir ruhsal alanda ortaya çıkar Enerji yok olmaz Enerji bir bölümden diğerine geçerken birincinin bazı özelliklerini diğerine taşırEntropi ilkesi, enerjinin psikenin çeşitli bölümleri arasında denge kurma çabasını tanımlar

Enerji alış-verişi süreklidir ve asla dengeye ulaşamaz Gerilim ve çatışma vardırRuhsal Enerjinin Gelişmesi ve Gerilemesi: İnsan doğuştan itibaren zihinsel fonksiyonlarını kullanır Gelişen fonksiyon enerjiyi kendine çeker Ruhsal enerjinin gelişmesi için birbirlerinin karşıtları olan işlevlerin (duygu,düşünce) birleşip uyuşması gerekir Gerilemede ise enerji çıkarılır Egemen işlevin işine yaramayan enerji fazlası çıkarılır

KİŞİLİĞİN GELİŞİMİ

Jung’un gelişim psikolojisine yaklaşımı dönemindekilerden oldukça farklıdır İnsanın karmaşık bir organizma olduğunu ve insan davranışlarında doğal, içsel ve sosyal mekanizmanın karmaşık bir bütününün etkili olduğunu savunur Kişi bir yaşam evresinden diğerine geçerken kendiliğin yeni yönleri ortaya çıkar ve etkinlik kazanırlar Jung insan hayatını iki temel bölüme ayırmıştır:

İlk yarıda insan daha çok biyolojik yönüne ve toplumsal boyuta önem verir
İkinci yarıda kültürel ve ruhsal taraf önem kazanır
Toplumlar bilimsel bilgi ve teknik beceriler üzerine kurulduğu zamandan beri insanlar kaçınılmaz olarak tek yönlü gelişmeyle karşı karşıya kalmışlardır Bu yönelim nedeniyle sezgici özellikler bastırılmıştır Yaşamın ikinci yarısında insanlar için varoluş mücadelesi anlamını değiştirir Değer yargılarının değiştiği bu dönemde (kırklı yaşlar) depresyonlar ve sinir hastalıklarında artış görülür

Bireyleşme: Yaşamına ayrımlaşmamış bir bütün olarak başlayan bireyin kişiliğinin her bir sisteminin faklılaşması ve kendi içinde alt sistemlere ayrılmasıdır Buna bireyleşim de denir
Bütünleşme: Bireyleşme ile iç içedir İlk aşamada kişiliğin tüm yönleri bireyleşir İkinci aşamada kişiliğin birbirine karşıt eğilimleri birleşir Bu sürecin sonunda ben arketipi oluşur
Toplumsal Etmenlerin Rolü: Yaşamın ilk yıllarında çocuğun psikesi ebeveynlerininkinin bir yansımasıdır Bu durumda ebeveynlerin ruhsal sorunları da çocuğa yansır Okula başlayan çocuğun özdeşiminde çözülme başlar Bu noktada ebeveynin koruyucu ya da baskıcı tutumu çocuğun bireyleşimini zedeler Anne babanın rolü cinsiyete göre farklılık gösterir Ebeveynler birlikte personanın gelişiminde etkilidirler Toplum ve toplumun kültürü ve toplumun onayladıkları da etkilidir

YAŞAM DÖNEMLERİ

Dört aşama vardır:
Çocukluk: Doğumdan erinliğe kadar sürer Çocuk bilinçlidir ancak algılarını örgütleyemez İçgüdülerinin egemenliğinde yaşar ve bağımlıdır Davranışları düzensizdir Büyüdükçe bellek süreleri uzar ve bir kimlik duygusu oluşmaya başlar Çocuk kendisinden ben olarak söz etmeye başlar

Gençlik ve genç yetişkinlik: Bedensel değişikliklere ruhsal devrimler eşlik eder Psike çok çeşitli kararlar almak ve toplumsal yaşama yeni uyumlar geliştirmek zorundadır Çocukluk düşlerini sürdürmek ve gerçekliği kabul etmek istemeyen bireyler için bu dönem sorunları da birlikte getirir Zorlukların ortak noktası çocukluk düzeyindeki bilinçten kopma güçlüğüdür Benliğin derinliklerindeki bu eğilim (çocuk arketipi) çocuk olarak kalmayı yeğler

Orta Yaş: Bu dönem 35 ve 40 yaşları arasında başlar Kişi çevresine uyum sağlamış ve toplumun bir parçası haline gelmiştir Bu dönem kendine özgü bazı zorlukları da getirebilir Psikede gizli bir şekilde var olmuş manevi değerler gençlik yıllarındaki maddeci tutumlar nedeniyle ihmale uğramıştır İkinci yaşam döneminde edinilmiş yöntemler terk edilerek ruhsal enerji yeni yollara kanalize edilmelidir Bu yaşamın çok zorlu aşamalarından biridir Bir çok insan bu aşamayı gerçekleştiremez
Yaşlılık: Jung’un yaklaşımını diğerlerinden ayıran önemli özelliklerden biri de; yaşlılık döneminde bile insanın tüm kişisel gelişim potansiyelini gerçekleştirme eğilimini sürdürdüğüdür Yaşlılık dönemi bir bakıma çocukluğa benzer, kişi bilinçdışına gömülür( bu iki karşıt görüş var ama hangisi geçerli belirtmemişler! )

İŞLEVLER

Jung, ruhsal işlevleri dört bölümde toplar: düşünme, hissetme, duygu, sezgi
Düşünme: Düşünceler arası bağlantı kurma, genel kavramlara ulaşma, sorun çözme
Hissetme: Düşüncenin olumlu ya da olumsuz duygular oluşturmasına göre düşünceyi değerlendirme

Duyu: Duyu organlarının uyarılmasıyla algılanan duyular
Sezgi: Düşünce ya da duygu katkısı olmaksızın o andaki yaşantının oluşturduğu izlenimi tanımlama Yargılama ya da mantık gerekli değildir

RÜYALAR VE SİMGELER

Rüya ruhsal bir oluşumdur Bilincin alışılmış verilerine ters düşer Bilinç olaylarının aralıksız gelişiminin sınırında yer alır Rüya, ruhsal bir etkinliğin tortusudur Jung’un rüyaya yaklaşımı büyük oranda Freud’un yaklaşımına benzer Ancak Jung sınırlamaları fark etmiş ve ayrıldığı noktalara eleştirilerinde yer vermiştir Freud’a göre rüya içeriğinin iki kaynağı vardır Bunlar bir önceki gün yaşananlar ve çocukluk dönemidir Jung bunu kabul etmekle birlikte rüyaların atalarımıza ilişkin çok daha derinlikli üçüncü bir kaynaktan (kollektif bilinçdışı) da beslendiğini savunmuştur

Freud, rüyayı cinsel içerikli yasak duyguların oluşturduğunu düşünürken; Jung içeriğin çok daha geniş kapsamlı olduğunu ve temel insani var oluş konularını da içine aldığını düşünür Rüyalar ruhun doğal bir ürünüdür Bir rüyanın tüm yönleriyle anlaşılmasında ilk adım onun tüm kapsamının bilinmesidir Rüya; rüya sahibi ve onun yaşamı ile ilgili ilişkilerin, simgelerin ilişkilendirilmesini ve anlamlandırılmasını içerir Her imaj ve simge incelenmeli ve rüya sahibi için anlamı saptanmalıdır Stevens’a göre; Jung’un rüya teorisini dört başlık altında toplanabilir:Rüyalar bilinç düzeyindeki bir niyet ya da arzudan bağımsız olarak kendiliklerinden oluşurlarRüyalar kişiliğin dengesini ve bireyselliğini teşvik etmeye yönelik amaçlı ve dengeleyici unsurlar barındırırlarRüya sembolleri birer işaret olmayıp gerçek sembollerdir ve aşkın bir fonksiyona sahiptirler


Serbest çağrışıma dayalı yorumlardan çok, amplifikasyon ve aktif imgelem teknikleri sağaltım gücünü ortaya koyar,Jung klişeleştirilmiş simgelerin kullanılmasına karşı çıkar Rüyanın etmenleri çok yönlüdür Rüyayı gören kişinin çeşitli özellikleri, kültürü, vb yorumlamada hesaba katılmalıdır Ayrıca aynı simgenin anlamı birey için değişik zamanlarda farklılık gösterebilir Aynı simgenin anlamı bireylere göre de değişir Hatırda kalan rüyalar küçük parçacıklar dahi olsa bunların birer hikayesi vardır ve bunlar özel bir piyes şekline bürünür Bu tip rüyalarda dört aşamalı belirgin bir yapı vardır:

Aşama 1) Çeşitli kişilerin yer aldığı, ter ve zamanı tayin eden sunum kısmı,
Aşama 2) Durumun karmaşıklaştığı, kurgusal gelişim kısmı,
Aşama 3) Olayların kesinlik kazandığı, ani değişiklik kısmı,
Aşama 4) Sonuç, çözüm veya rüya eyleminin neticesini içeren çözüm kısmı

SİMGELER

Simge iki temel amaca hizmet eder Bunlardan biri; engellenmiş içgüdüsel tepiye doyum sağlamaktır Simgeler içgüdülerin dönüşüme uğramış biçimleridir (cinsel enerji-dans, saldırganlık-yarışmalı oyunlar) Ancak simgeler gerçek boşalım nesnelerinin yerine başkalarını koymak değildir Jung’a göre simgeler bastırılmış isteklerin maskelenmiş biçimi değil; anima, animus, persona ve gölge gibi arketipleri birleştirme ve bütünleştirme çabasıdır

JUNG TERAPİSİ

Bu terapi yalnızca tedavi yolu değil, aynı zamanda kişiliği geliştirme yoludur Jung, psikoanalitik kuram içindeki psikopatoloji nedenlerine katılmakla birlikte başka nedenler de ileri sürmüştür Cinsellikle ilgili bastırmalar, iktidar hırsı ve güç isteği gibi nedenleri kabul ederken şunları da ekler: Dinsel ve tinsel gereksinimler ile bilim arasındaki çelişki, insanın kendine yabancılaşması Analizin amacı hastayı yaşam yolunu kendi başına bulabileceği ve bunu gerçekleştirmek için gerekli gücü elde edebileceği duruma ulaştırmada yardımcı olmaktır Jung terapisinde hasta terapist insan ilişkisinin açıklama yoluyla iyileşme sağlanmasında önemli olduğunu belirtmiştir Analizin ilk aşamaları kişisel sorunlarla ilgilenirken, son aşama kollektif bilinçdışıyla (bireyin süregelen yaşamda kendi yerini bulmasıyla) ilgilenir Terapi gölge ve personanın uzlaşmasını da içerir Jung terapilerinde serbest çağrışım, rüya analizi tekniklerini kullanmıştır

PSİKOTERAPİDE SİMGELERİN KULLANIMI

Simgeler, psikolojik çözümlemelerde, sağaltımda ve gerçekte önemli yere sahiptir En çarpıcı olarak gündüz rüyalarında görülürler Gündüz rüyaları şu aşamalardan geçerek yorumlanırlar:Hastanın rüya sırasında kullandığı simgeler önem kazanır,Hastayı etkilemek için simgelerin dinamik gücünden yararlanılır,Terapist simgelerin canlı ve etkileyici bir gerçeğe dönüşmesini sağlar

RÜYALAR VE SİMGELER

Simgeler arketiplerin dıştan gözlenen belirtileridir Rüyalar sırasında görülen simgeler iki amaca yöneliktir:Engellenmiş içgüdüsel tepkiye doyum sağlarlar,Simgeler ilkel içgüdülerin dönüşümüne uğramış biçimleridir

RÜYALAR VE YORUMLAR

Rüyalar nesnel ve öznel biçimde yorumlanabilirler Nesnel düzeyde rüyanın çevrede olup bitenlerle ilişkisi kurulur Öznel düzeyde ise rüyadaki figürlerin rüya sahibinin kişiliğinin belirli yönlerini temsil ettikleri kabul edilir Ağırlığın hangi tarafa verileceği ise koşullar belirler

JUNG İLE FREUD’UN AYRILDIĞI NOKTALAR

Bu noktaları iki başlık altında topluyoruz:
Kavramsal farklılıklar
Freud’un otoritesi
Kavramsal Farklılıklar:

Freud’a göre libido cinsel kaynaklı bir enerjidir Temelde davranış ve kişilik oluşumunun en önemli kaynağıdır Jung’s göre ise libido; ruhsal sistemin bir enerjisidir ancak cinsel ya da başka bir şekilde özelleşmemiştir Ayrıca kişilik gelişiminde libidoyla beraber pek çok süreç etkilidir Ruh durağan değil, sürekli hareket eden, dinamik ve kendini düzenleyebilen bir yapıdadır

Freud’a göre yaşam, ölüm araya girinceye kadar yinelenen içgüdüsel eylemlerden oluşmuştur Buna göre insan pasiftir Jung’a göre ise insan; kendini yenilemeye çalışan ve yaratıcı bir gelişim içinde bulunan varlıktır Jung, Freud’dan farklı olarak kişilik gelişiminde ırk ve soya çekim faktörlerine de önem vermiştir Diğer uzmanlarca arketiplere, terapide geçen sihir, efsane gibi mistik kavramlara kuşkuyla bakılmıştırJung, şizofreni gibi psikoz durumlarının cinsel kökenli rahatsızlıklarla açıklanamayacağını savunur Ancak histeri ve saplantılı nevrozun ‘cinsel libido’nun anormal yön değiştirmelerine işaret ettiği konusunda Freud’a katılırJung, Freud’un cinselliği fazlaca abarttığını düşünür ve bu konuda onu eleştirir

Freud ve Jung arasındaki en önemli fark bilinçaltının niteliğinden kaynaklanmaktadır Freud’a göre kişiliğin iki yönü vardır Bilinçli olan yönü bilinç; bilinçli olmayan yönü ise bilinçaltıdır Bilinçaltında cinsellik ve saldırganlık vardır Jung ise bilinçaltını; bireysel ve kollektif olarak ikiye ayırır Bilinçaltında yüceltilmiş tüm kavramlar, unutulan, ihmal edilen her şey, deneyimler vardır Bilinçte ortaya çıkan davranış ve yeni yaşam şekillerinin kaynağı bilinçaltıdır

FREUD’UN OTORİTESİ: Freud, kendi görüşlerini kayıtsız şartsız kabul edecek bir meslektaş isterken, Jung kuramdaki bazı görüşleri benimsemek istemiyor ve eleştiriyordu Ayrıca kendini bir başkasının varisi olarak görmek de istemiyordu
DEVAMINI OKU..

Nietzsche'e göre 'din' kavramı ve kökeni...


Nietzsche'e göre 'din' kavramı ve kökeni...

Nietzsche , herşeyden önce hümanizmden farklı bir biçinde insanın değerini ve dolayısıyla hayatın değerini önemser. Tüm felsefesini insan üzerine kurar ve insanın değerini alçaltan , onu aşağılayan her fikrin eleştrisini yapar.

Özellikle de nihilistik dinlere karşı ayaklanması , isyanı , günümüzde dahi ses getirecek türdendir.Nietzsche , din kavramı hakkındaki düşüncelerini/yorumlarını , "Güç İstenci" adlı eserinin 135.bölümünden başlayarak dile getirmiştir.

Nietzsche , "Güç İstenci" adlı yapıtının bahsi geçen bölümüne şöyle başlar ;

"Bizim gerçek ve tevehhüm ettiğimiz nesnelere atfettiğimiz bütün güzellik ve yücelikleri , ben insan malı ve ürünü olarak geri istiyorum.Onun en güzel savunması olarak..."

Nietzsche'ye göre Tanrısal veya ilahi olarak kabul edilen tüm kavramlar , aslında insanın kendi dışında ve insandan bağımsız şeyler değildirler.Tersine ve bizzat insan ürünüdürler.

İnsan , Tanrı ürünü değildir.Tanrı , insanın en büyük yanılsaması ve ürünüdür.Nietzsche'ye göre Tanrı , insanın en büyük yaratısıdır.Bununla birlikte "cennet" , "cehennem" , "şeytan" , "melek" gibi kavramlar , aslında tamamen bir uydurmadan ibarettir.

"Böyle Buyurdu Zerdüşt" adlı eserinde Nietzsche , Zerdüşt'ün ağzından şöyle konuşur ;

"Bir zamanlar Tanrı'ya isyan en büyük günahtı.Fakat Tanrı öldü.Onunla birlikte bu günahlar da öldü.Şimdi ise en korkunç şey , yaşama karşı günah işlemek ve bilinemeyecek olanı (Tanrı'yı) , yaşamın amacından üstün tutmaktır.."

"..Şerefimle söylerim ki dostum ,söylediklerinin hiçbirisi , aslında yoktur.Şeytan yoktur ve cehennem yokturçRuhun , bedeninden daha önce ölecektir.Artık hiçbirşeyden korkma!"

Dinin kökenini , insanın kendindeki yüce gücü/yetiyi tanıyamamasına , kendini aşağılık bir varlık olarak görmesine bağlayan Nietzsche , insanın aslında çok özel ve şaşırtıcı özelliklerle donanmış olduğuna kanaat getirir.

İnsanın bu tür bir gücü kendine izafe edememesi sonucunda insan Tanrı'yı yarattı ve Tanrı'nın ağzından konuştu...ve tekrardan Tanrı'nın ağzından konuşan insan , yine kendi buyruğuna Tanrı sözüymüş gibi uydu.

Nietzsche'nin , bu konuda şöyle bir açıklaması vardır ;

nsan bütün güçlü ve şaşırtıcı momentlerini , kendine izafe etmeye cesaret edemedi.O,onları "edilgen" , "acı çekilmiş" , kendisine yönelik tahakkümler olarak tasarladı..."

Nietzsche'ye göre , böylelikle oluşan Tanrı inancının yanında "din" kavramı da ortaya çıktı.Din , kısa ve öz olarak Tanrı'nın sözleri gibi algılanıyordu.Halbuki Nietzsche'ye göre din , insanın şaşırtıcı yanını kendine atfedemeyip , onu , yarattığı sonsuz güç sahibi Tanrı'ya maletmesinden kaynaklanıyordu.

Nietzsche , Güç İstenci adlı başyapıtında bu konuya değişik bir açıdan yaklaşır. İnsandaki ilahi olarak tanımlanan şaşırtıcı gücü , psikolojik olarak inceler ve şöyle der ;

"Akıllı , güçlü ve hayat dolu ırklar arasında çoğu kez sara hastasında , bir yabancı kuvvetin rolü olduğuna kanidir.Ama ona her akraba olan özgürsüzlük , örneğin vecid dünyanın, şairin , büyük mücrimin özgürsüzlüğü , sevginin ve intikamın şiddetli heyecanları , insan dışı kudretlerin icadına yararlı olur.Bir ruh durumu , sadece bir şahısta somutlaştırılır.Ve eğer bu ruh durumu bizde ortaya çıkarsa , o şahsın etkisi diye idda edilir.Başka bir ifadeyle : Psikolojik Tanrı teşkilinde ruh durumu , bir sonuç olmak için sebep olarak kişileştirilir."

Bu açıklamaya göre , insan kendi gücünü çeşitli "özgürsüzlük"ler sebebiyle , kendi dışında ve imgeleminde yarattığı bir varlığa atfeder.Ve sadece bir şahısta somutlaştırılır. Aslında her insanın içinde çeşitli ruhi durumlarla yeşerebilecek olan bu tür duygu taşkınlıkları , çoğu zaman somutlaştırılan kişiden kaynaklandığı düşünülür. Etkiye sebep olarak , somutlaştırılan kişi gösterilir.

Dinin tam da çıkış noktası , bu tür düşünlerin eyleme dökülmesi olayıdır.Bunu daha net bit biçimde Nietzsche , şöyle açıklar ;

"Psikolojik mantık şudur : Kudretin duygusu , eğer o , bir insanın birden bire ve ona tahaküm ederek kaplarsa , bu bütün şiddetli heyecanlarda karşılaşılan bir haldir.Onda , kendi şahsından kuşku etmeye yol açar.O kişi , bu şaşırtıcı duygunun sebebi olarak kendini düşünmeye cesaret edemez.Böylece bu hal için daha güçlü bir şahsı , bir uluhiyeti ikame eder."

Dinin kökeni hususunda bu çıkarsamayı yapan Nietzsche , din kavramına verdiği değeri netleştirir.Dinin ,kişiliğin değişmesi olarak tanımlayan Nietzsche , aslında tüm bu duygu durumlarının , coşkunluğunun , güç istencinin bir ifadesi sonucuna varır.Fakat insan , kendinde yeterli güç potansiyelini hissedemediğinden , kendine güvenemediğinden dolayı , bu durumu dışsallaştırır ve bir Tanrı icat eder.

Nietzsche , özet olarak sözlerine şöyle son verir ;

"Dinin kökeni yabancı olarak insanı sürprize uğratan gücün aşırı duygularından kaynaklanır.Bir azasını ağır ve acayip olarak hisseden bir hasta gibi , onun üzerinde bir başka insanın durduğu sonucuna varan naif dindar insan , kendini birden çok şahsa ayırır.Din , kişiliğin değişmesi halidir.Bir tür kişinin , kendi kendisinin karşısında , korku ve dehşet duygusuna kapılmasıdır.Ama keza olağanüstü bir mutluluk ve yükseklik hissidir.Hstalar arasında Tanrı'ya , Tanrı'nın yakınlığına inanması için sağlık hissi yeterlidir."
__________________
Beni Öldürmeyen , Güçlendirir!
F.Nietzsche    
DEVAMINI OKU..