Trakya Beyin Platformu

kuantum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kuantum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2011 Çarşamba

KUANTUM DÜŞÜNCE VE AKIL

Kuantum Anlayışında Yaşam Görüşü
Kuantum dünyası, bilinen sabit gerçeklerden çok bilinebilecek bütün gerçeklikler olasılıklarını içerir ve dalga/parçacık ne kadar gözlense de süptil hale girerek elden kayıp gider.

Sayısız olasılıkların içinden biri, bir aşamada kendini dünya yaşamında sabitleştirip gerçek şeyler olarak yaşama girmektedir. İnsan yaşamında bir anda, eş zamanlı ve her yönde olmak üzere olasılıklar yığını vardır. Seçilecek yörüngeler, etkenler dizisi altında yapılır ama bu bile sanal bir geçiştir denilebilir. Seçimin tersi bir durum her an olabilir.

İnsan yaşamını, yaşama bakış açısının değişimiyle, an içinde yani sürekli şimdide durmadan oluşturur. Elektronu niteleyen parçacık açısından değerlendirildiğinde yaşam, kaba, sert ve daha maddi; dalga açısından değerlendirildiğinde daha süptil, akışkan ve ruhsal hale dönüşür. Ve bu dönüşüm bizim günlük yaşamdaki gerçekliğimizi oluşturur.

Her varlığın "gerçekliği" içinde bulunduğu realite ile tanımlanır. Yani bir şeyin varlığıyla, onun ortamının tamamı arasındaki bağlılık, "anlamlılık" olarak adlandırılabilir.

Dünyada tüm olup bitenler, esneklik ve uyum yeteneğinin arttırılmasına yöneliktir. Çünkü dünya insanlığının fizik evrenlerle olan ilişkilerinde meydana gelecek değişik yapıdaki tesirlere sabrını arttırması gerekir. Bu içinde bulunulan tekamülün gereğidir ve anlamı, kozmikleşme sürecidir.
Araştırmalar sonucu, elektronun sadece kendi dalga paketindeki bilgi ve anlama duyarlı olmadığı; aynı zamanda, durum içinde görülmeyen elektron hareketlerine, şuurlu niyetlere de tepki verdiği gözlemlenmiştir. Bunun anlamı ise, elektronda elemental şuur farkındalığı olduğudur. Belirsizlik İlkesinin ortaya koyduğu bu olasılık gerçek yerini bulduğunda yeni bir fizik anlayışının, insanın dünya ile olan ilişkilerinde değiştirici ve yenileştirici bir rol oynayacağı söylenebilir. Anlayış motivasyonlu bir insanın 21. yüzyıldaki ihtiyaç ve bilgisi değişik yeni insanın ortaya çıkmasında katkısı olacaktır denebilir.

Belirsizlik İlkesi sisteminin sürekli değişim içinde bulunmasından ötürü, varlık benliğinin bütünleşmesi de değişim içindedir. Bununla beraber varlıktaki dikkat mekanizması benliğin bir tarafına daha çok enerji göndermekle tutarlı konumda olur. Fakat yine de varlığın içinde bulunduğu negatif haller, geçici de olsa alt benliklerin devreye girmesi sonucudur.

Kuantum kuramında benlik sabit değildir. İçsel ve dışsal olarak değişir, akışkan ve belirsizdir. Kuantum benlik, alt benliklerin, yeni deneyimlerle gelen girdilerin bileşimidir. Duyular dünyasında sebep-sonuç birbirine bağlı doğrusal olarak açıklanmıştır. Kuantum kuramında ise sebep-sonuç kaotik çalışır görünümündedir. Düşünceyi moleküle çeviren bir dönüşüm söz konusu olmalıdır. Düşünce ile beden arasındaki uyumu sağlayan atom altı dönüşüm noktası neresidir? Şuurun bedenle iletişimi bir bütün halinde olduğuna göre moleküle dönüştüğü bağlantı noktaları her yerdedir. Bu durum sadece sinir sisteminde bir uyarandır. Yani atom altı dönüşüm alanında, sinir sistemindeki 15 trilyon hücrenin tümü, An'da, tam ve kesin olarak koordine edilmektedir.

Dönüşüm noktasında neyin olup bittiği bilinmemektedir. Bu dönüşüm noktasında mucizevi veya dünyevi yönde bir sonuç ve bir tür psikokinezi meydana getirilebilir. Dalga-parçacık ilişkilerini yönlendiren varlıklar olarak bizim pozitif düşünme gücümüzü, eyleme çevirerek, bu etkileşim ve dönüşümü geniş ve üst boyutlara taşımamız mümkündür.
Bırakılan yanlış alışkanlıkların, kazanılan erdemli davranışların varlık, atom altı parçacık hatta kozmos üzerindeki olumlu etkisinin kuantum teorisindeki yanıtı tüm evrene katkıda bulunmaktır. Sürekli pozitif ve yüksek titreşimli duygu hali içinde bulunmak önemlidir. Çünkü, bu takdirde hem bilen ve hem de hisseden varlık olabilme durumu meydana gelir. Yani pozitif enerji yaratan olumlu titreşimlerin artması sağlanır.

Dünya insanı şimdilik, sonsuz ve gerçek olanı bir sis perdesi arkasından anlayabilme noktasındadır. İnsanın objektif bakışı elde edebilmesi için, şuurunun özgür ve farkında olması ve kendisini problemin dışındaki bir konumda tutabilmesi önemlidir.

Yeni evren anlayışında yani katılımcı evren anlayışında her an yaratıcı ilişkiler içinde olmak ve insanın şimdiki zamanı yaşayarak, realitesini sürekli yeniden oluşturması derin anlamlar içerir. Sürekli gelişim, değişim ve evrene katılımdan başka bir şey olmadığını anlayan insan kendisini anlarken maddeyi de geliştirdiğini anlayacaktır.

Alıntı
DEVAMINI OKU..

KUANTUM YAŞAM GÖRÜŞÜ

Kuantum Anlayışında Yaşam Görüşü
Kuantum dünyası, bilinen sabit gerçeklerden çok bilinebilecek bütün gerçeklikler olasılıklarını içerir ve dalga/parçacık ne kadar gözlense de süptil hale girerek elden kayıp gider.

Sayısız olasılıkların içinden biri, bir aşamada kendini dünya yaşamında sabitleştirip gerçek şeyler olarak yaşama girmektedir. İnsan yaşamında bir anda, eş zamanlı ve her yönde olmak üzere olasılıklar yığını vardır. Seçilecek yörüngeler, etkenler dizisi altında yapılır ama bu bile sanal bir geçiştir denilebilir. Seçimin tersi bir durum her an olabilir.

İnsan yaşamını, yaşama bakış açısının değişimiyle, an içinde yani sürekli şimdide durmadan oluşturur. Elektronu niteleyen parçacık açısından değerlendirildiğinde yaşam, kaba, sert ve daha maddi; dalga açısından değerlendirildiğinde daha süptil, akışkan ve ruhsal hale dönüşür. Ve bu dönüşüm bizim günlük yaşamdaki gerçekliğimizi oluşturur.

Her varlığın "gerçekliği" içinde bulunduğu realite ile tanımlanır. Yani bir şeyin varlığıyla, onun ortamının tamamı arasındaki bağlılık, "anlamlılık" olarak adlandırılabilir.

Dünyada tüm olup bitenler, esneklik ve uyum yeteneğinin arttırılmasına yöneliktir. Çünkü dünya insanlığının fizik evrenlerle olan ilişkilerinde meydana gelecek değişik yapıdaki tesirlere sabrını arttırması gerekir. Bu içinde bulunulan tekamülün gereğidir ve anlamı, kozmikleşme sürecidir.
Araştırmalar sonucu, elektronun sadece kendi dalga paketindeki bilgi ve anlama duyarlı olmadığı; aynı zamanda, durum içinde görülmeyen elektron hareketlerine, şuurlu niyetlere de tepki verdiği gözlemlenmiştir. Bunun anlamı ise, elektronda elemental şuur farkındalığı olduğudur. Belirsizlik İlkesinin ortaya koyduğu bu olasılık gerçek yerini bulduğunda yeni bir fizik anlayışının, insanın dünya ile olan ilişkilerinde değiştirici ve yenileştirici bir rol oynayacağı söylenebilir. Anlayış motivasyonlu bir insanın 21. yüzyıldaki ihtiyaç ve bilgisi değişik yeni insanın ortaya çıkmasında katkısı olacaktır denebilir.

Belirsizlik İlkesi sisteminin sürekli değişim içinde bulunmasından ötürü, varlık benliğinin bütünleşmesi de değişim içindedir. Bununla beraber varlıktaki dikkat mekanizması benliğin bir tarafına daha çok enerji göndermekle tutarlı konumda olur. Fakat yine de varlığın içinde bulunduğu negatif haller, geçici de olsa alt benliklerin devreye girmesi sonucudur.

Kuantum kuramında benlik sabit değildir. İçsel ve dışsal olarak değişir, akışkan ve belirsizdir. Kuantum benlik, alt benliklerin, yeni deneyimlerle gelen girdilerin bileşimidir. Duyular dünyasında sebep-sonuç birbirine bağlı doğrusal olarak açıklanmıştır. Kuantum kuramında ise sebep-sonuç kaotik çalışır görünümündedir. Düşünceyi moleküle çeviren bir dönüşüm söz konusu olmalıdır. Düşünce ile beden arasındaki uyumu sağlayan atom altı dönüşüm noktası neresidir? Şuurun bedenle iletişimi bir bütün halinde olduğuna göre moleküle dönüştüğü bağlantı noktaları her yerdedir. Bu durum sadece sinir sisteminde bir uyarandır. Yani atom altı dönüşüm alanında, sinir sistemindeki 15 trilyon hücrenin tümü, An'da, tam ve kesin olarak koordine edilmektedir.

Dönüşüm noktasında neyin olup bittiği bilinmemektedir. Bu dönüşüm noktasında mucizevi veya dünyevi yönde bir sonuç ve bir tür psikokinezi meydana getirilebilir. Dalga-parçacık ilişkilerini yönlendiren varlıklar olarak bizim pozitif düşünme gücümüzü, eyleme çevirerek, bu etkileşim ve dönüşümü geniş ve üst boyutlara taşımamız mümkündür.
Bırakılan yanlış alışkanlıkların, kazanılan erdemli davranışların varlık, atom altı parçacık hatta kozmos üzerindeki olumlu etkisinin kuantum teorisindeki yanıtı tüm evrene katkıda bulunmaktır. Sürekli pozitif ve yüksek titreşimli duygu hali içinde bulunmak önemlidir. Çünkü, bu takdirde hem bilen ve hem de hisseden varlık olabilme durumu meydana gelir. Yani pozitif enerji yaratan olumlu titreşimlerin artması sağlanır.

Dünya insanı şimdilik, sonsuz ve gerçek olanı bir sis perdesi arkasından anlayabilme noktasındadır. İnsanın objektif bakışı elde edebilmesi için, şuurunun özgür ve farkında olması ve kendisini problemin dışındaki bir konumda tutabilmesi önemlidir.

Yeni evren anlayışında yani katılımcı evren anlayışında her an yaratıcı ilişkiler içinde olmak ve insanın şimdiki zamanı yaşayarak, realitesini sürekli yeniden oluşturması derin anlamlar içerir. Sürekli gelişim, değişim ve evrene katılımdan başka bir şey olmadığını anlayan insan kendisini anlarken maddeyi de geliştirdiğini anlayacaktır.

Alıntı
DEVAMINI OKU..

KUANTUM VE MİSTİZM

Mistisizm, içe dönük çalışma yöntemleri ile beyinsel işlevlerin daha iyi kullanılmasını sağlamaktadır. Zekâ, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip bütünleştiren bir yetenektir. İnsanın temel bilgi edinme yolu, duyuları vasıtasıyla, gerçekliği algılaması ve gerçekliğin algılayabildiği bölümünü, zihninde sınıflandırmasıdır. Bu nedenle de insanın bilgi edinme kapasitesi, algılama gücüyle orantılıdır. İnsanın çevresiyle ve tüm evrenle ilişkisi, enerji alışverişiyle gerçekleşir. Bu sebeple, önce madde-enerji dönüşüm ve iletim sistemini incelemekte fayda bulunmaktadır:


Kuantum seviyesinde madde ve enerji:Madde ve enerji, bir madalyonun iki yüzü gibidir ve kuantum seviyesinde bakıldığında, maddenin temel yapı taşını oluşturan atom altı parçacıkların, sürekli olarak spinli hareket ettiği, bu hareketinse, enerji gibi dalgasal görünüm verdiği görülür. Daha doğrusu, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin aynı anda tam konumları belirlenemez ve bu hareket, dalgasal bir görünüm arz eder. Evrendeki toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı, aynı zamanda kütleye eşittir; çünkü kütle çekimi gücü, bizatihi negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye; enerji de maddeye dönüşebildiğinden, aynı zamanda, pozitif enerji, negatif enerjiye; negatif enerji de, pozitif enerjiye dönüşebilmektedir. Kütle, negatif enerjinin başlıca kaynağıdır. Kütle büyüdükçe, nesnenin yayınladığı negatif enerji miktarı da büyür. Diğer yandan, pozitif enerji de, her gerçek parçacıkla; daha doğrusu onun işgal ettiği uzay-zaman alanı ile sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur.

Bir gerçek parçacığın, pozitif enerji taşıyan parçacık ile bu suretle etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayınlarken ve bu arada bir uzay-zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay-zaman alanına giderken, yayınladıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay-zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler. Ancak, gerçek parçacıklar aynı zamanda (durgun halde dahi) kütleli olduğundan, sürekli olarak negatif enerji taşıyan parçacıkları da yayınlamaktadır.

Görüldüğü gibi, kuantum seviyesinde bakıldığında, evrende bulunan her çeşit enerji, sezilgen parçacıklar vasıtasıyla taşınmaktadır. Örneğin, ışık ışınını taşıyan parçacığa “foton” denir. Ses enerjisini taşıyan parçacığa ise “fonon” adı verilmiştir. Kütle çekim gücünü taşıyan parçacığın ismi ise “graviton”dur. Evrende bulunan her şey, işte bu şekilde birbirine dönüşebilen atom altı parçacıklar ve enerjiden oluşmuştur. İnsan vücudu, hücreleri, genleri de aynı şekilde, bu atom altı parçacıklar, enerji paketleri ile bunlar arasında sürekli olarak enerji taşıyan sezilgen parçacıklardan oluşmuştur. Bir elektron mikroskobu ile bakıldığında, evrendeki her şey gibi, insan vücudunun da, sürekli hareket ve değişim halinde olan parçacıklar ve enerji yığınından ibaret olduğu anlaşılacaktır.

İşte bu sezilgen parçacıklar, taşıdıkları paketin içerdiği tüm bilgiyi de beraberinde bulundurur. Her atom altı parçacık, sürekli olarak, bir miktar pozitif enerji alıp, bunun bir miktarını soğurup, bir miktarını ise yeniden saldığından, yeni salınan enerji parçacığı, kendisini salan atom altı parçacığın bilgi ve özelliklerini de barındırmaktadır. Dolayısıyla atom altı parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir. Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır.
Ham bilginin beyin hücrelerine depolanması:İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları, insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda, taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve burada depolanır. Buraya kadar, insanla diğer canlılar, hatta diğer varlıklar arasında (bilginin beyne taşınıp depolanması dışında) fazla bir fark yoktur.

Çünkü tüm atom altı parçacıklar arasında, enerji alışverişi suretiyle sürekli bir bilgi aktarımı mevcuttur. İnsanın diğerlerinden farkı, beyin hücrelerine depolanan bu bilgiyi, sınıflandırabilmesinde, kullanabilmesinde, bununla çevreyi tanımasında, evrensel gelişimi yöneten bilimsel yasaları tespit edebilmesinde, bunları kullanarak, evrensel gelişime müdahil olabilmesindedir. Burada önemli olan, depolanan bilginin, bilinçli olarak kullanımıdır. Bilinçli kullanım için, bilgi kaydının da bilinçli olarak yapılması gerekmektedir. Ya da, bilinçli depolanmış olmasa da, bu bilgiye bilinçli olarak ulaşabilmenin yolunu bulmak şarttır.
Her enerji paketi, ilişkili olduğu atom altı parçacıkla ilgili veya doğrudan kendisine ait bilgiyi de içermekte olup, bu bilginin depolanması, bu paketi soğuran atom altı parçacıkla, bu parçacıklar arasında iletişim sağlayan enerji forumunun frekansına bağlıdır. Frekans düşük ise atom altı parçacıklar arasında bilginin taşınması mümkün olmayacak, her parçacık, sadece, soğurduğu enerji paketinin kaba bilgisine sahip olabilecektir.

Ancak bu parçacıklar sistemli bir şekilde bir araya gelmiş ve bunlar arsında bilgiyi taşıyan yüksek frekanslı bir enerji formuyla bütünleşmiş ise birbirlerine bilgi aktarımı da mümkün olabilecek, üstelik aktarılan bilginin, bir parçacıklar grubuna depolanması imkânı ortaya çıkacaktır. İnsan yaşamı, bedenin hareket etmesini, gelişmesini, yenilenmesini sağlayan yüksek frekanslı enerjiden ibarettir. Özü itibariyle canlı cansız her cisim, atom altı parçacıklarla bunlar arasında sürekli olarak taşınan enerji paketlerinden müteşekkildir. Ancak canlılara ayırt edici vasfı sağlayan, bunların terkibindeki enerjinin yüksek frekanslı olmasıdır. Hayvanlar da bir yaşamsal enerji formuna sahiptir ancak frekansı düşüktür. Böyle olduğu için, hayvanlar da bilgi depolayabilir ama yaşamsal enerji formu düşük frekanslı olduğu için, depolayabildikleri bilgi sınırlıdır. Keza bu bilgiyi kullanma imkânı da sınırlıdır, çünkü yaşamsal enerji formu, sınırsız bilgi aktarımına müsait değildir.

Söylenenleri örnekleyelim: Herhangi bir cisme ulaşan ışık ışını (bunu taşıyan foton), cismin atom altı parçacıkları tarafından soğrulup, yeniden salındığında, o cismin parçacıklarının özelliklerini taşımaya başlar. O foton, insan gözüne ulaştığında, taşıdığı bilgi, sinir ağı aracılığıyla ve elbette enerji aktarımı yoluyla, beyin hücrelerine iletilir. Beyin hücrelerinde bu bilgi depolanır. Bu sayede, yani o cismin bilgisini taşıyan fotonun bu bilgiyi aktarması sonucunda, hem o cismi, rengini, şeklini büyüklüğünü görürüz, hem de bu bilgi, beyin hücrelerine depolanır. Aynı şekilde, fononla taşınan enerji de, taşıdığı bilgiyi, kulak hücrelerine iletir ve sinir sistemi aracılığıyla bu bilgi, beyne aktarılır. Bu sayede hem o sesi duyarız, hem de bu bilgi de beyin hücrelerine depolanır. İşte insanın çevresiyle bağlantısı, tam olarak bu şekilde bir enerji aktarımı ve bunu sağlayan sezilgen parçacıklar vasıtasıyla gerçekleşir.

İlk olarak, duyu organlarınca atom altı parçacıkları vasıtasıyla alınan bu bilgiyi, beyne aktaran ve orada depolanmasını sağlayan, yaşamsal enerji formudur. Bilimsel olarak söylemek gerekirse bu, “biyoelektirk enerji”dir. Evrende ve insanın çevresinde o kadar çok foton, fonon, graviton ve daha enerji taşıyan sezilgen parçacık mevcuttur ki, duyu organlarımızın atom altı parçacıkları, sürekli olarak bunlarla temas ve dolayısıyla, sürekli olarak, bunların taşıdığı kodların aktarım ve iletimi ile meşguldür. Vücut öyle bir programla çalışmaktadır ki, bu suretle alınan bilgi, sürekli olarak beyne depolanmaktadır. Ancak depolanan bilginin tasnifi ve insan tarafından kullanılması, bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki enerji akışının düzenlenmesi suretiyle gerçekleşir. Bir başka deyişle, sürekli olarak enerji (ve dolayısıyla bilgi) alışverişi içinde olan vücut, sinir sistemi ve yaşamsal enerji formu aracılığıyla, aldığı bilgiyi sürekli olarak beyin hücrelerine depolamaktadır ama bunların tasnifi, ancak, enerji alkışının kontrol edilmesi sayesinde mümkündür. Eğer insan, beyin hücrelerine depoladığı bilgiye ulaşmak, depoladığı bilgiyi, diğerleriyle ilişkilendirmek, bunu kullanarak tanımlar yapmak, bilgi grupları oluşturmak istiyorsa, hücre grupları arasındaki aktarımı sağlayan yaşamsal enerji formunu yönlendirmek zorundadır.

Bilinç ve bilinçaltı:İşte bilinç ile bilinçaltı arasındaki ilişki bu noktada yatmaktadır. Enerji ve buna bağlı bilgi aktarımı, sürekli olarak mevcuttur ve alınan bilgi, sürekli olarak beyin hücrelerine depolanmaktadır ama insan çoğu zaman, bu işleyişin farkında değildir. Bilinç, iki şekilde devreye girer: Birincisi olan bilinçli bilgi depolama işleminde irade mevcuttur, yani insan, bilgiyi sakladığını bilir, yaşamsal enerji formunu, bu bilgiyi istediği zaman geri çağırabilecek şekilde yönlendirir. İkincisi ise farkında olmadan depolanmış bilgiye ulaşmanın yollarını öğrenir, enerji formunu, bu bilgiyi çağıracak şekilde yönlendirir. Bu iki durumda, bilinçten söz etmek mümkündür. Enerji formunun irade dışındaki çalışmasıyla bilgi depolama ve bilginin yine irade dışında, vücudun otomatik çalışma sistemi içinde etkili olması ise zihnin, bilinçaltı olarak isimlendirdiğimiz durumudur.

Doğal olarak, insanın algılama gücü, yaşamsal enerji forumunun frekansının, çevresindeki enerji paketlerinin frekansı ile çakıştığı ölçüde yükselir. İnsan, algılayabildiği frekansın üstünde ve altında frekansa sahip enerji paketlerini ve bunların taşıdığı bilgiyi soğuramaz. Örneğin, mor üzerindeki ya da kırmızı altındaki frekansa sahip enerji paketlerini algılayamaz ve dolayısıyla göremez. Ancak bu frekanstaki enerjiyi soğurup, kendi algılayabildiği frekansa tahvil edebilen mekanizmaları gerçekleştirebildiği ölçüde, bunlarla taşınan bilgiye de sahip olabilecektir. Bunun yerine, yaşamsal enerji formunun, buna beyin enerjisinin de diyebiliriz, dalga boyunu ve dolayısıyla frekansını değiştirmeyi öğrenebilen insan, daha önce algılayamadığı enerji paketlerini algılayabilir, bunlarla taşınan bilgiyi depolayabilir. Evrende her şey iç içe ve birbiriyle bağlantılı olduğu için, işleyiş ve gelişme yasaları da onu teşkil eden tanecik ve enerji paketlerinden elde edilebilir.
Keşfetmek, önceden depolanmış bir bilgiyi gerektirir. Elbette keşif realiteye ilişkindir. Ancak öncelikle realitenin, insan tarafından algılanmış, onu temsil eden bilginin de beyin hücrelerine depolanmış olması gerekmektedir. Keşif, işe depolanan bu bilginin bilinçli kullanımı ile olguların yeni bir dizilimi, bilginin yeni bir gruplandırmasıdır. Böyle olduğu için keşif, bilinçli bir insani faaliyettir. İnsanın, farkına varmadan depoladığı bilgiye ulaşması da keşiftir. Bütün bu faaliyet, özünde, maddi bedenin, enerji formunu yönlendirme yeteneğine bağlıdır. Özetlersek, maddi bedenin, enerji formunu kontrol ederek depoladığı bilgi, bilinçli olarak edinilmiş bilgidir. Bu kontrol ve yönlendirme dışında depolanan bilgi ise bilinçaltı edinilmiş bilgidir. Bilinçaltı depolanan bilgi, bunlara erişmenin, yani bunları keşfetmenin yolu bilinmiyorsa, ancak, vücudun otomatik fonksiyonları itibariyle ve otomatikman kullanılabilir ki bu da bilinçaltının hayata geçmesinin yoludur. Buna karşılık bilinçaltı depolanmış olsa da, enerji formunu bu bilgiye ulaşacak şekilde yönlendirme, bilinçli bir keşif yoludur.

O halde, “insan, ancak keşfedebildikleri kadarını bilir” önermesi, doğrudur. Çünkü burada bilmekle kastedilen, bilgiyi bilinçli kullanma, tasnif etme, kavramları oluşturmadır. Görüldüğü gibi, ham bilginin insan beynine depolanması başka bir şeydir, bunun işlenmesi, bilince çıkartılması, tasnifi ve kullanılması başka şey. Bu sebeple keşfetme, son tahlilde, her zaman içe dönük bir faaliyettir: Bilinçsizce depolanmış ham bilginin işlenmesi, bir keşfetme yöntemidir. Bilginin bilinçli bir şekilde depolandıktan sonra işlenmesi de bir keşfetme yöntemidir. O halde, keşfetme, algılanan dış dünyaya ilişkin ham bilginin beyne depolanmasından sonra başlayan süreçtir. Bu anlamıyla keşfetme, bir bilgi edinme yöntemidir.

Bilgi edinme, beyin hücrelerine depolanmış ham bilginin işlenmesi yöntemi olunca, bu faaliyetin içe dönük olması zarureti ortaya çıkar. Biyoelektrik enerjinin, bilgiyi taşıyan beyin hücre grupları arasındaki hareketini kontrol etmek, yönlendirmek, yönetmek, en ciddi bilgi edinme yöntemlerinden birisidir. Bu yönetim sayesinde insan, depolanmış ham bilgiyi işleyebilir, tasnif edebilir, kavramlaştırabilir, somutu soyutlaştırabilir. Bunların tümü, doğru düşünme, düşünceyi yönetme yöntemleri ile elde edilebilecek sonuçlardır. Ancak ne olursa olsun, düşünceyi yönetme yöntemleri, içe dönük, beyin hücreleri arasındaki aktarımı sağlamaya yönelik yöntemlerdir. Elbette, bilgilenme sürecinde oluşturulan kavramlar, insanın realiteye dönük bakış açısını da belirleyecektir. Bu bakış açısına göre, bilinçli bilgi depolama faaliyeti, realitenin sadece belli alanlarının ve daha dikkatle gözlenmesini mümkün kılacaktır. Bu suretle edinilen bilgi, bakış açısının kaçınılmaz etkisi altında gerçekleşecektir, çünkü gözlem sonucu beyne yüklenen ham bilgi, işlenirken, bakış açısına göre tasnif edilecektir ki asıl bilgilenme süreci de budur. İşte burada, bütünsel bir felsefenin etkisi altında bilgilenme faaliyeti son derece büyük bir önem taşır. Böyle bütünsel bir bakış açısına sahip olan insan, ham bilgiyi işlerken, bu bakış açısının etkisi ile tasnif eder, değerlerini buna göre oluşturur ve yaşamını bu felsefe doğrultusunda yönetir. Bu bakış açısı ve bütünsel felsefe, insana, düşüncelerini yönetme imkânı sağlar. Düşüncelerini yönetebilen, yani enerji formunun hareketini yönlendirebilen insan, duygularını ve hayat hissini de kontrol edebilen insandır.
Sadece buraya kadar yapılan açıklama bile, bilinçli bilgi edinme faaliyetinin, içe dönük olduğunu ortaya koymaktadır: Dış dünya ile yapılan sürekli enerji ve buna bağlı bilgi alışverişi sonucunda, bilerek ya da istem dışı bir şekilde beyin hücrelerine depolanmış olan ham bilginin işlenmesi, bu hücre grupları arasındaki biyoelektrik enerji akışını kontrol edip, yönlendirebilmekten geçer.

Bu yönlendirme faaliyeti ise insanın dışında, dış dünyada değil, içinde gerçekleşir. Bunun dışında, tüm evreni yöneten evrensel gelişme yasasına vakıf olmak, bir yandan beynin depoladığı ham bilginin işlenmesine ihtiyaç duyar, diğer yandan, zaten bilince sahip yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunun rasyonel kullanımına. Ancak bu son önerme, inançla da ilgili olduğu için, tartışma konusu yapmanın gereği de yoktur, yararı da. Önemli olan, sadece beyne depolanmış ham bilginin işlenebilmesi anlamında bilgilenme sürecinin dahi, içe dönük olduğunun ortaya konmasıdır.

Özetlersek, beyin hücrelerine depolanan ham bilgi, karmakarışıktır. Her bir enerji paketi, ilişkili olduğu evren parçasıyla ilgili karmakarışık bilgiler yumağını da birlikte taşımakta ve bu bilgi yumağı, beyin hücrelerine ayırt edilmeden depolanmaktadır. Bunu ayırt etme ve işleme görevi, yaşamsal eneri formunun frekansının artırılabilmesiyle ve doğru yönlendirilmesiyle yerine getirilebilecektir. Bu sebeple, yaşamsal enerji formunun frekansı yükseldiği ölçüde, beyne depolanan ham bilgiden, evrensel gelişme yasalarının çıkartılması; evrenin her köşesinden gelen fotonların bıraktığı karmakarışık bilgi yumağının tam bir analizi ve böylece evrenin gerçekliğinin kavranması mümkündür.

Dolayısıyla, evreni kavramak, evrensel gelişme yasalarını tespit etmek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun (beyin enerjisi de denilebilir) frekansını dalga boyunu değiştirebilmeyi öğrenmek zorundadır. Bunu yapabildiği ölçüde, evrensel gerçekleri, dışarıdan değil, beyne depolanmış bilgi yumağından elde edebilecektir. Frekans değiştirebilmeyi öğrenmek ise içe dönük çalışmaları, düşünce yoğunlaştırma tekniklerini ve hepsinden önemlisi, negatif enerji kaynağı olan maddi bedenin isteklerinden uzaklaşıp, yüksek frekanslı bir enerji biçimi olan yaşamasal enerji formuna yaklaşmayı gerektirmektedir.

Mistik uygulamalar akıl dışı mıdır?Burada mistisizmin ve mistik faaliyetlerin sanıldığı gibi akıl dışı olmadığına dikkat çekmek gerekir. Tüm mistik felsefi akımların ortak yönü, dünyevi isteklere gem vurmak ve kendisi gibi ve kendisi kadar, diğer insanları da sevmekten geçer. Bu sonuca ulaşmak için önerilen ise yoğunlaşma yöntemleri uygulanmak suretiyle gerçekleştirilen bireysel deneyim teknikleridir. Bunların hemen tümünde, bu bireysel deneyimlerin yaşanabilmesi için, o ana kadar duyular yoluyla elde edilmiş her türlü bilginin dışlanması ve yok sayılması gerekli görülür.

Gerçek bilginin, duyular yoluyla değil, içe dönerek, iç dünyada bütünleşerek elde edilebileceği kabul edilir. İşte bu yönüyle mistisizmin akıl dışı olduğu, akla hücum ettiği, cahilleşmeyi hedeflediği ileri sürülmektedir. Ancak, mevcut bilginin tamamen dışlanması zaten mümkün değildir. Sadece bir başka bütünsel bakış açısına göre bilgi yeniden sınıflandırılabilir, ham bilgi yok edilemez ama bakış açısı ve tasnifi değişebilir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut bilginin dışlanması ilkesi, sadece tasnifin yeniden yapılması, kavramların bu bakış açısına göre yenilenmesi anlamı taşımaktadır. Bu faaliyet de elbette beyin hücreleri arasındaki enerji akışının kontrolü sayesinde yapılacaktır. Yani dış dünyadan duyular yoluyla alınan ham bilginin, yeni bakış açısına göre yeniden işlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, mistik öğreti tersini ileri sürse de, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin tamamen devre dışı bırakılması, silinmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Üstelik bu faaliyette, zekânın dışlandığı da kabul edilemez, çünkü insan, yeni bakış açısına göre tasnifi, yine bu yeteneği sayesinde yapacaktır.
Bilginin içe dönerek edinilmesi süreci ise yukarıda açıklandığı gibi, akıl dışı bir davranış değildir.

Tekrar edelim ki, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilgiyi işlemek için, bu hücre gruplarına erişmek, beyin enerjisini (buna biyoelektrik enerji de denebilir, kullanmayı tercih ettiğim kavram, “yaşamsal enerji forum”dur), bu bağlantıları kuracak şekilde yönetmek gerekmektedir. Bu yöntemlerin keşfi ise doğal olarak içe dönük bir çalışmayla mümkündür. O halde, mistisizmin, bilgi edinme aracı olarak içe dönük çalışmayı öngörmesi, akıl dışı bir davranış değildir. Elbette mistisizm, içe dönük çalışmayı, sadece, hatta belki de hiçbir zaman, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin işlenmesi maksadıyla önermemektedir. Mistik öğretinin bu önermedeki asıl amacı, tanrısal olan, bütünsel ve mutlak bilgiye ulaşmaktır. Benliği yenmek suretiyle, tanrısal öz ile aradaki engellerin kaldırılmasıdır asıl amaç. Ancak felsefi bir tartışmada, inancı referans gösterme imkânı bulunmadığı için, akılcılık değerlendirmesini, bu asıl maksada göre değil, uygulanan yöntemin gerçek niteliğine göre yapmak daha doğru olacaktır.

Bu yönüyle bakıldığında ise, içe dönük çalışmaların tümü, ham bilginin, farklı bir bakış açısına göre yeniden işlenmesini sağlamaya yöneliktir. Böyle olduğu için de akıl dışı değildir. Sonuçta yeni, düşünme, düşünceyi yönlendirme ya da yönetme, bilgiyi yeniden tasnif etme yöntemleri araştırılmakta ve uygulanmaktadır.

Kişisel deneyim adı altında uygulanan yöntemler, düşüncenin yoğunlaştırılmasını sağlamaktadır. Düşüncenin yoğunlaştırılabilmesi ise, biyoelektrik enerji akışını yönetme imkânı sağlamaktadır. Böylece bu uygulamalar, dayandıkları felsefi temel tersini ileri sürse de, beynin ve onun türevi zekânın en etkili kullanım yollarını hayata geçirmektedir.

Mistisizmde öngörülen bütünsel bakış açısı ise hiçbir şekilde insanın kendisini kurban etmesi temelinden yükselmemektedir. İnsanın nefsini yenmeye çalışması, kendisini yok etmesi demek değildir. Başkasını sevmek, başkası için çalışmak, kendisini feda etmek değildir. Mistik bakış açısı, evreni bütünsel olarak görebilmeye yöneliktir ve buna göre her şey, tanrısal özün bir tezahür biçiminden ibarettir. Buna kişinin kendisi de dâhildir. Burada temel alınan görüş, başkasını da kendisi gibi görebilmektir; başkasını da kendisi gibi sevebilmektir; yaratığı, yaratandan ötürü sevebilmektir.

Bunun için kendisini sevmekten vazgeçmek, kendini feda ya da kurban etmek gerekmez. Çünkü kendisi de yaratanın bir tezahür biçimidir. Bunlar, savunma amaçlı olarak yazılmamıştır. Ya da amaç, tanrısal özün varlığını tartışmak, mistik felsefinin doğruluğunu ispatlamak değildir. Amaç, mistik inanışa göre dahi, kendini kurban etme gerekliliğinin bulunmadığını ortaya koymaktır. Üstelik kendini dünyanın merkezine koyan düşünceye nispetle, başkası için çalışabilmeyi, başkasını kendisi gibi sevebilmeyi öğütleyen düşünce, çok daha rasyoneldir. Çünkü iş güç, emek ve bilgi paylaşımı, gönüllülük esasına göre gerçekleştirilebildiği takdirde, üretim, bilim, teknoloji artışı çok daha hızlı gelişir ve bu, ortak refahın artması, insanın kendisinin de çok daha iyi koşullarda yaşaması anlamına gelmektedir.

Oysa insan, dünyanın merkezine kendisini koyduğu takdirde, bu tüm insanlık için geçerli bir ilke olacağına göre, iş bölümü, dayatma esasına göre kurulur ve bu, ciddi bir kaynak israfı anlamı taşır. Çünkü bu düşünceye göre, insanın çevresindeki her şey ve diğer insanların iş gücü de, onun istifadesine sunulmuş araçlardır. Herkes karşısındakine böyle baktığı sürece, güçlü olan, diğerine işini dayatabilir, güçsüz olan ise iş bölümüne mecburen riayet eder. Bu sistemde, güçlü olan toplumsal sınıflar, üretim ağının dışında, paylaşım ağının içinde yer alır ve işte bu olgu, ciddi bir kayna israfına sebebiyet verir.

Son olarak, tüm dinler için en dogmatik inanç sistemlerini esnekleştiren, bireysel deneyime verdiği önemle, kişisel özgürlük alanını geliştiren mistisizmdir ve bunun, tarihsel bağlamı dışında değerlendirilmesi de yanlıştır.
Av. M.
DEVAMINI OKU..

KUANTUMUN TEMEL İLKELERİ

Lord Kelvin, XIX. yy.’in sonuna doğru fiziğin hemen hemen tamamlandığı görüşündedir. Ona göre yalnızca ısı ve ışık kuramı üzerine bazı bilinmeyenler vardı. Fakat H. Hertz'in 1887'de keşfettiği "fotoelektrik etki ve ısı kuramı" ile gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzluklar baş gösteriyordu. İşin ilginç yanı, bilim adamlarının; pek önemsemediği bir konunun, tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlamasıydı. 

Alman Ağırlıklar ve Ölçüler Enstitüsü, yeni elektrik lambaları için bir ölçek ararken, fizikçi W. Wien'den bir "kara cisim'in sıcaklığıyla, onun yaydığı ışınlar arasındaki bağıntıyı belirlemesini istedi. Bilindiği üzere ısıtılan cisimler ısırdı. Sözgelimi bir bakır parçası morötesi ışınları yaymadan önce ilkin kızaracak, sonra akkor hale gelecektir. Bu aşamada cismin yaydığı maksimum enerjili ışınlar mora kayacaktır. 

1900'da Berlin Üniversitesi profesörlerinden M. Planck bu problemi kuram yoluyla çözmeye çalışırken olanlar oldu. Planck'a göre kara cisim füzerine gelen bütün ışık, elektromagnetik dalgaları yutarak büyük enerjilere sahip olabilen cisim) ışıması-soğurması denen bu problem, gözlem ve deneylerle ancak şu şartta uyuşuyordu: Kara cisme ulaşan ya da ondan yayılan ışınların sürekli değil; aralıklı, kesik kesik enerji paketleri şeklinde olması gerekir. 

Bu ifade açıkçası, klasik fizikte hep sürekli bir büyüklük olarak algılanan ve böylece işlemlere sokulan enerjinin aslında parçalı da olabileceğini söylüyordu. Bundan dolayı yeni bulguya "miktar parça" anlamında "kuantum" denildi. 

Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu kabul etmek için klasik bilim anlayışını bir tarafa bırakmak gerekliydi. Bu nedenle, Planck bu varsayımı gönülsüz olarak ortaya koydu ve hesap hatasının söz konusu olabileceğini vurguladı. 

Teorinin Tarihsel Gelişimi 

Planck'ın bulgusundan 5 yıl sonra A.Einstein fotoelektrik etki olarak bilinen fizik olayını açıkladı ve Nobel ödülünü almaya da hak kazandı. Einstein'e göre ışıklı parçacıklar, frekanslarıyla orantılı olarak enerji taşır ve bu enerji metallerin elektronlarına aktarılabilirdi. Böylece vakum ortamda, ışık yoluyla metalden kolayca elektron sökülebilir, elektrik akımı iletilebilirdi. Işığın C.Huygens'den beri bilinen dalga yapısı bu olayı açıklayamazdı. Çünkü çok kısa bir sürede, ışığın frekansının büyüklüğüne bağlı olarak metalden elektron sökülmesi ancak ışığın tanecik şeklinde düşünülmesiyle mümkündü. Planck haklı çıkmıştı, kesikli büyüklükler (kuantlar) görüşü anlam kazanıyor, bilim adamları mikroskobik olayları düşünürken bu çözüm ihtimalini de göz önünde tutuyorlardı. 

1906'da, E.Rutherford atomun yapısının araştırılması amacıyla yaptığı deneylerde, atomun Güneş Sistemi benzeri bir yapıda olduğunu ve merkezde (+) artı yüklü bir çekirdekle bu çekirdeği çevreleyen (-) eksi yüklü elektronlardan oluştuğunu ortaya koydu. Fakat bu şekilde açıklanmış bir atomda elektronların hareketi, klasik hareket denklemleriyle incelendiğinde ortaya çelişki çıkıyordu. Çünkü bu durumda çekirdeğin çevresinde dolanan bir elektron, eninde sonunda çekirdeğe düşmeliydi. Bu doğruysa ne dünyanın ne de evrenin var olmaması gerekiyordu. Ortada, atom kalmıyordu. Bu sorunun üstesinden Danimarkalı genç bilim adamı N.Bohr geldi. Bohr elektronlar için atom çekirdeği etrafında belirli çembersel yörüngeler öngörüyordu. Bundan hareketle, açısal momentumun kuantalı, büyüklük olduğunu belirtiyor; Planck sabitinin (h), 2 pi'ye bölümünün tam katları şeklinde yörüngeler düşünüyordu. Kararlı yörüngedeki elektron bu yörüngeyi ancak enerji vererek ya da enerji alarak terk edebilirdi. Bu geçişlerde enerjisi "hf" ile verilen fotonlar ışınıyor ya da soğuruluyordu. Bu ifade de fotoelektrik olaydaki gibi kuantalı enerjiyi öngörüyordu, (h: planck sabiti; f: ışığın frekansı) Okullarımızda, geçerli atom teorisi olarak işlenen, Bohr'un bu bulgusu da kuantumluluk tezini destekliyordu. 

Bohr'un atom teorisinin sonraları hidrojen ve hidrojen benzeri (son yörüngesinde bir elektron taşıyan) sistemler için geçerli olduğu gözlendi. Fizikçiler artık atomik düzeydeki yapıları açıklayabilmek için tek çıkar yol olarak kuantum teorisini kullanmaya devam ettiler. Dolayısıyla teorinin ana çatısı atomik yapıların gün ışığına çıkmasıyla oluşuyordu. 

Atom teorisiyle alakalı bu gelişmeler sürerken 1922'de Amerikalı fizikçi H.Comptom, X ışınları üzerine yaptığı incelemelerde; "hf" enerjili olarak düşünülen fotonların serbest elektronlara çarptırılmasıyla bu ışınların "hf/c momentumlu olarak elektronlarla etkileştiğini gözlemledi. Bununla da kalmayarak, çarpışmadan sonra açığa çıkan ışının frekansının daha küçük olduğunu tespit etti. Bu deney şunu kesin bir şekilde belirtiyordu ki mikroskobik sistemlerde kesikli paketçik yapıda çizgisel momentum öngörülebiliyordu. Bu da kuantumluluk hipotezine bir doğrulama getirmiş, teorinin tanımı genişlemiştir. 

Almanya'da Göttingen Üniversitesi'nde araştırmacı olan W. Heissenberg, hocası M.Born ve arkadaşı P. Jordan ile birlikte çok elektronlu atomların açıklanması bağlamında "matris mekaniği" teorisini ortaya attı. Yine, 1923'de Paris Üniversitesi'ne verdiği doktora teziyle L. de Broglie, Heissenberg'in fikirlerini de destekleyerek yeni bir atom anlayışı gündeme getirdi: Elektronlar bir tanecik olarak değil fakat dalga olarak yorumlanmalıydı. Böylece, çekirdeğin çevresinde dolanan her tam dalga ancak belli bir yörüngeye rastgeliyor ve neden elektronların belirli yörüngelerde dolandığı bütünüyle açığa çıkıyordu. Bohr'un farkında olmadan, sezgisiyle teorisinde söz ettiği belirli yörüngeler çıkarımı böylece doğrulanmış oluyordu. Bu durumda enerjinin kuantumlu olmasına ek olarak çizgisel momentum gibi açısal momentumun da kuantumlu bir büyüklük olabileceği resmen ispatlanıyordu. 

1926'da E.Schrödinger, de Broglie tarafından yorumlanan dalga teorisini tanımlayan dalga denklemini makaleler halinde açıkladı. Fizikte, bir kuramın anlaşılabilirliği, gözlenebilirliği ve uygulanabilirliği çok önemlidir. Bu nitelikleri taşıyan dalga denklemi ve dalga görüşü fizikçiler arasında çok çabuk kabul gördü. Fakat bir yandan da nasıl olup bu dalgaların tanecik gibi, Geiger sayacında tıklamalar oluşturduğu bir sorundu. Bohr, bu problemi elektronların dalga şeklinde nitelendirilmesinin ancak soyut olarak geçerli olabileceği fikrini ortaya atarak, çalışmalarda gerektiğinde dalga özelliğinin gerektiğinde de tanecik özelliğinin kullanılması gerektiğinin altını çizerek çözümledi. 

Kuantum Teorisinin Felsefesi 

Ünlü kuramcı Bohr, "Kuantum teorisiyle şok olmayan kimse, onu anlamamıştır" der. Gerçekten de matematiksel olarak açık bir şekilde ifade edilmesine karşın bu teorinin felsefi alanda yorumlanması ve oluşturduğu problemlerin çözümlenmesi bir hayli zor görülüyor. 

Kuantum teorisi bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirmiştir. Şimdi, bu yenilikleri görebilmek için klasik ve kuantumlu anlayışın belli başlı özelliklerini ortaya koyalım. Öncelikle klasik fiziğin felsefi dayanaklarına bakarsak:

1) Klasik fizikte, bir cismin hızı, ivmesi, enerji ifadeleri gibi tüm nicelikler cismin konumunun zamana göre diferansiyelleri ile ifade edilir. 

2) Yukarıda sözü edilen momentum, enerji gibi fiziksel büyüklüklerin bütün olarak ele alındığı görülür. 

3) İrdelenen olaylar belli bir kesinlik, belirlilik taşır ve istenilen doğrulukta ve aynı anda bütün fiziksel büyüklükler ölçülebilir. 

4) Evrenin geçmişinde oluşan olaylar incelenerek, geleceğe ilişkin bir yordama yapılabilir. Sözgelimi, Jüpiter Gezegeni şu zamanda, yörüngesinin şurasında ve bize bu kadar uzaklıkta olacaktır, denilebilir. Gözlem ve deneylerde küçük hatalar çıkabilme olasılığına karşın tahminlerimiz büyük ölçüde doğrulanır. 

5) Klasik fizik ile incelenen her sistem ya da olay birbirinden bağımsız olarak düşünülür; bu sistemi oluşturan ve birbiri ile iletişim olanağı bulunmayan varlıklar bütünüyle ayrı olarak ele alınır. 

6) Klasik olarak incelenen olay, gözlemci ve kullanılan deney aleti ile değişiklik göstermez.

Kuantum görüşünün kabul edilen temel olguları ise: 

a) Olayların incelenmesinde kompleks yapıda ve bir olasılık denklemi olan Schrödinger dalga denklemi kullanılır. Bu denklemdeki dalga fonksiyonu bulunup işlemlerde yerine konarak, konum, momentum ve diğer nicelikler elde edilir. 

b) Fiziksel nicelikler kesikli parçalı yapıda ele alınır. 

c) Kuantum teorisi fiziğe kuşku götürmez bir biçimde belirsizlik (indeterminizm) olgusunu sokmuştur. 

d) Parçacıklar söz konusu olduğunda her büyüklük olasılıklarla belirlenir ve gelecekle ilgili tahminler olasılıklara dayanarak yapılabilir. Örneğin ışığın yapı taşı olan fotonların, uzayda bir yerde bulunması ancak olasılıklarla belirlenir. 

e) Birbiriyle hiç iletişim olanağı bulunmayan iki varlık arasında "bağlılaşım-correlation" görülebilir. Örneğin aynı kaynaktan çıkan fotonların karşıt doğrultularda göstermiş olduğu davranışları, birbiri ile uyuşum halindedir. 

f) Kuantumda; gözlemci, gözlenen ve gözlem aleti birbiriyle bir bütünlük oluşturur. Bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez. 

Görüldüğü gibi klasik fizik ile kuantumcu düşünce birbirinden birçok noktada farklılık gösterir. Bu farklılıklar ayrıntılı olarak göz önüne alındığında şu yorumlar yapılabilir: 

Kuantum teorisinin önemli buluşlarından birisi belirsizlik bağıntısıdır. 1927'de Heisenberg tarafından ortaya konulan bu bağıntıya göre mikro boyutta tanımlı bir parçacığın, eş zamanlı olarak konum ve momentumunun tespit edilmesi en az Planck sabit (h) kadar bir hata içerir. Aynı olgu eşzamanlı olarak, parçacığın enerjisi ile bu enerjiyi taşıdığı zaman için de söz konusudur. Örneğin bir elektronun bulunduğu uzayda konumunun tespiti için, elektronun üstüne büyük frekansta ışık göndermeliyiz. Aksi halde elektronu gözlemleyemeyiz. Bu durumda yüksek frekanslı ışık elektronun konumunu belirler. Ancak elektrona bir hız verir. Dolayısıyla konumun belirlenmesiyle beraber parçacığın hızını ve momentumunu yitirmiş oluruz. Tersi olarak; elektronun momentumunu belirlemek için küçük frekanslı ışık kullanırız, bu durumda da konum belirlenemez. 

İkinci önemli bulgu da "dalga/parçacık dualitesi”dir. Huygens'ten beri ışığın kırınım ve girişim yaptığı biliniyordu. Örneğin ışık Young deneyi düzeneğinden geçirilirse karşıdaki ekranda aydınlık-karanlık noktalar oluşur. Yani girişim yapar. Yine yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılandığı görülür. Bu gibi olayların hepsi ancak dalga modeliyle açıklanabilir. Einstein'ın fotoelektrik olayını açıklamasından sonra ışığın parçacıklı yapıda olması gerektiği bulundu. Yine ışığın cisimler üzerine uyguladığı anlık basınçlar ve Geiger sayacında göstermiş olduğu etkiler bunu destekler. Sonunda Bohr, "Işığın dalgacık mı tanecik mi olduğunu belirlenmesi ancak gözlemcinin sorduğu soruya göre cevaplanabilir" diyerek gözlemcinin de vazgeçilmez biçimde teoride yerini alması gerektiğini belirtir. 

Amerikalı J.Davisson ve L.Germer adlı bilim adamları elektronların da hızlı olarak bir kristal katıya çarptırıldıklarında dalga özelliği gösterebileceğini buldular. Böylece düalite yalnızca ışık (elektromagnetik dalga) için geçerli değil aynı zamanda maddesel parçacıklar için de geçerliydi. Bu da Broglie'ın öne sürdüğü elektronlar için dalga yapısının deneysel bir ispatıydı, aynı zamanda Kuantum teorisindeki düaliteyi, 1915'te, X ışınlarıyla yaptığı çalışmalarından dolayı Nobel ödülü alan V.Bragg şöyle belirtiyordu. "Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri parçacık kuramını; Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri dalga kuramını öğretiyorum." 

Diğer önemli yenilik ise olasılık kavramıdır. Bir parçacığın bir uzay bölgesinde bulunması ancak olasılıklarla bellidir. Parçacığın konumu için kesin koordinatlar verilemez. Born bu düşünceden hareketle Schrödinger'in ortaya attığı dalga fonksiyonunu yorumlamış ve bu kompleks fonksiyon için, uzayda bir noktada belli bir anda hesaplanan dalganın genliğinin karesinin, parçacığın o noktada o anda bulunması olasılığını verdiğini belirtmiştir. 

Belirsizlik ilkesi, dualite, olasılık tanımı ve gözlemci-gözlenen bütünlüğü kuantum mekaniğine, Kopenhag yorumu olarak girmiştir ve tartışmalara rağmen hâlihazırda kuantum teorisinin en etkin yorumu olarak karşımıza çıkar. Kuantum felsefesinin sorunlarına bakıldığında önemli tartışmaların temelde, Young deneyinin yorumlanmasından kaynaklandığı görülür. Bilim adamları, fotonların iki ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaktadırlar. 

Bohr ve Kopenhag ekolü savunucuları fotonların, iki ayrı delikten geçmelerini iki ayrı dünyada hareketleri olarak düşünüyor. Onlara göre girişim bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Dolayısıyla sonuçta her iki dünyanın hakiki bir melezi oluşur. Başta Einstein olmak üzere pek çok fizikçiye bu melez-bütünleyici dünya yorumu pek sıcak gelmedi. 1935'te "Schrödinger Kedisi" yorumu ortaya atıldı. Bu görüşe göre her an zehirlenmesi tehlikesi olan bir kedi kapalı bir kutudadır. Gözlemciye göre bu kedi her an ölü ya da diri bir halde bulunmalı, iki ayrı olasılık eşit olarak göz önünde tutulmalıdır. Bu aynı zamanda Young deneyinin iki ayrı delikle oluşturulan farklı dünyalarına benzer. Farklı nokta ise; kedinin ölü ya da diri olduğunu kesin belirleyene kadar kedinin iki durumunun da yan yana bulunduğunun öne sürülmesidir. Yani kedi, yarı canlı-yarı ölüdür, aynı zamanda. 

Başka bir yorum da Everett'ten 1957'de gelir. Ona göre, birçok gözlenemez paralel evren mevcuttu. Bunlara Everett, "alternatif kuantum dünyaları" diyordu. Bütün olaylar bu dünyaların birinde, olasılıkların hepsi gerçekleşecek biçimde olmaktadır. Sonuçta bütün olasılıklar evrende varoluyordu. Zaman ilerledikçe daha pek çok yorum ortaya atıldı. Bunların içinde Wigner Gellmann, Bohm, Penrose gibi fizikçilerin yorumlarını saymak mümkün. 

Kuantum ve Bilim

Kuantum teorisinin ortaya koyduğu yeniliklere göre klasik fizikten farklı olarak doğanın bir bütünlük içinde ele alınması gerektiği belirtilir. Özellikle gözlemcinin ve gözlenenin birbirini bütünleyici unsurlar olarak nitelendirilmesi fotonların, elektronların ve diğer parçacıkların birbirine bağımlı hareket etmeleri bu bütünlüğü ortaya koymaktadır. 

Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze gelene kadarki sürecine bakıldığında bu teorinin, fiziğin uygulamalı bir dalı olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel esasları ortaya konabilmiştir. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen, zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme gidilememiştir. Felsefi çatıdaki eksikliklere rağmen, kuantum teorisinin varlığıyla lazer, elektron mikroskobu, transistor gibi çok kullanışlı ve insanlığın bilimsel teknolojik ilerlemesine ışık tutabilecek araçlar elde edilebilmiştir. Yine atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların mekanik ve ısıma özellikleri gibi fenomenler bir çırpıda açıklanmıştır. 
DEVAMINI OKU..

NE BİLİYORUZ Kİ ?..


Aşağıdaki yazı filmin kitabından ve filmin kendisinden alıntıları içermektedir. Film ABD’de yaşayan sayısız araştırmaya sahip 14 bilim adamı ve spiritüel çalışmalarla ilgilenen profesyonellerin ortak çalışması sonucu ortaya çıkarılmış ciddi bir yapıttır. Kuantum Fiziği, yaşamın olasılıkları ve soruları üzerine kişiyi eşsiz bir yolculuğa çıkarmaktadır. Sorduğu en önemli soru “Gerçekliğin ne olduğu? Neden sürekli aynı gerçekliği yarattığımız?” dır.
Kitaptan  
“Kendinize daha derin sorular sormak varoluşunuza yeni yollar açar, taze hava getirir. Yaşamınızı daha neşeli kılar. Hayatı çekici kılan bilmek değil gizemdir.”  Fred Alan Wolf  
Neden bu soruları soruyoruz? Çünkü soru sormak bize kaosun, bilinmezin ve tahmin edilemezin kapısını açıyor. Soru sorduğunuz anda sonsuz olasılıkların kapısı aralanıyor. Duymak istemediğiniz veya onaylamayacağınız şeyler duymaya hazır mısınız? Şimdiye kadar inşa ettiğiniz güvenli alandan çıkmaya hazır mısınız?  Soru sormak cesaret ister. Bir soru hayatınızda pek çok şeyi değiştirebilir.
Neden soru sormuyoruz? Hayatımızı güvenli saydığımız noktadan çıkarıp, başımızı belaya sokmamak için. Soruyla karşılaşınca kaçmayı, kafamızı kuma gömmeyi, meşgul olmayı seçiyoruz.  
Pek çoğumuz için soru sorma anı hayatımızın kriziyle karşılaştığımızda gerçekleşiyor. Yakınımızdan biri öldüğünde, eşimiz veya işimizle kayıp verici ciddi sorunlar yaşadığımızda, ölümcül bir hastalığımız olduğunda, yalnızlığa bir gün daha katlanamayacağımızda, bağımlılığımızla yüzleştiğimizde. Yıllardır kızgın bir lav gibi kaynayan sorun gün ışığına çıktığında ilk tepkimiz şu oluyor: Neden ben, Nerde yanlış yaptım, Tanrım bunu hak etmek için ne yaptım? Tanrı bunun olmasına nasıl izin verebilir?  
Hayatımızın kriziyle karşılaşmadan soru sorabilirsek kim bilir neler değiştirebiliriz?  5 yaşındayken soru sorardınız, yaşam keşfedilmesi gereken bir yerdi, yolculuk eğlenceliydi. 5 yaşındaki o çocuğa ne oldu? Bilinmez neden artık bu kadar kabul edilemez? Soru sormak varoluşu, bilmeme halini kabul etmektir. Aslında o kadar az şey biliyoruz ki.  
Ne biliyoruz ki?  
Soru sorduktan sonra bilmenin büyük şafağı sökecektir. Cevap garanti değildir; ama soru sormak önemlidir. Cevaba doğru attığınız bir adımdır. Binlerce bilim adamı, yüzlerce yıldır cevabını bilmediği soruları soruyor. Bugün insanı mağaradan çıkarıp olduğu noktaya getiren de o sorulardır.  
Burada soracağımız çok önemli bir soru var. Dr. Joe Dispenza “Neden aynı gerçekliği yaratıyoruz?”Aynı ilişkileri yaşıyoruz. Aynı işlere giriyoruz? “ Einstein “Aynı şeyi yaparak, farklı sonuçlar beklemek deliliktir.” der. Başka bir sonuç istiyorsak değişmek zorundayız.    
Gerçek Nedir?  
Bizim gerçek anlayışımız hayvanlarınkinden çok farklı. Hayvanlar bizim duymadıklarımız dalga boylarında duyabiliyor ve bizim göremediğimiz renkleri, ışıkları görebiliyorlar, köpekler bizim bilmediğimiz bir kokular dünyasında yaşıyorlar. Bebekler bile saatlerce boş tavanı seyredebiliyorlar. Aslında her karar size neyin gerçek göründüğü ile ilgilidir. Kim olduğunuz, nasıl bir hayatınızın olduğu, neyin mümkün neyin mümkün olmadığı neyin gerçek olduğunu düşündüğümüz ile ilgilidir.  
Düşünceler gerçekliğin bir parçası mıdır? Duygular ve düşünceler gerçek midir?  
Daha derine inersek binlerce yıl önce Hindu ve Budist bilgeler maddesel evrenin çok ötesinde bir gerçeklik olduğunu keşfetmişler. 5 duyumuzla fark ettiğimiz bu görüntüler evrenine maya yani illüzyon demişler. Bu yüksek gerçekliğin ancak bilinçle alakası olduğunu belirtmişler. Bu durum Kuantum Fiziğinin tam olarak ortaya koyduğu şeydir. İster bilinç, ister enformasyon diye adlandıralım fiziksel dünya fiziksel olmayandan kaynaklanmaktadır.  
Nasa astronotu Dr.Edgar Mitchell şöyle diyor.“Bir an evrenin zeki olduğunu, bir tek yönde ilerlediğini, bu ilerlediği yön ile ilgili bir şey yapmamız gerektiğini anladım.”  
Temelde olan bilinçtir. Enerji-madde de bu bilincin ürünüdür. Kendimize bakacak olursak yaratıcı, sonsuz varlıklar olduğumuzu göreceğiz. İşte o zaman yaşadığımız dünyayı daha farklı göreceğiz ve yaratacağız.  
“İçinde bulunduğum gerçekliği sorgulamak bana çok anlamsız geliyor. Gerçekliğimi kendi koyduğum sınırlar belirliyor. Bunların dışında olmayı hayal etmeliyim. Bir kez kendimi farklı olasılıklara açtığımda gerçekliğim değişecektir.” Betsy  
Bilinç gerçekliği mi yaratıyor. Buna iyi bir cevap vermememizin sebebi gerçekliğin kendisinin bir cevap olması mıdır?  
Bilinçli veya bilinçsiz olarak taktığınız gözlükleriniz ne renk?  
Filimden  
“What the bleep do we know?” Türkçe versiyonuyla “Ne biliyoruz ki?” şu cümlelerle açılır:
Başlangıçta boşluk vardı. Sonsuz olasılıklarla dolu olan ve bir tanesinin siz olduğu.
Kuantum Fiziği olasılıklar fiziğidir.  
Beyin gördükleriyle hatırladıkları arasındaki farkı bilmez. Etrafımızdaki dünyayı hangi yolla gözlersek gözleyelim sonuçta dünyayı gerçek görmeye nasıl devam edersiniz. Eğer onu gerçek olarak belirleyen kendisinin fiziksel bir varlığı yoksa.  
Bütün gerçeklikler eş zamanlı mı ortaya çıkıyor? Bütün olasılıkların yan yana varolması mümkün mü? Hiç kendinizi olduğunuz bir başkasının gözünden gördünüz mü? Hiç kendinize nihai gözlemcinin gözünden baktınız mı? Kimiz biz? Nereden geliyoruz? Ne yapmalıyız? Nereye gidiyoruz? Neden buradayız? Gerçek nedir?  
Bu sorular dünyayı nasıl hissettiğiniz ile ilgili. Hissettiğiniz dünya ile gerçeği arasında bir fark var mı?  
Hiç düşüncelerin neden yapıldığını düşündünüz mü? Her nesil, çağ kendi varsayımları üzerine inşa edilir. Dünya düzdür veya yuvarlaktır. Olmuş varsaydığımız, gizli kalan doğru veya yanlış yüzlerce varsayım var. Bu durumda tarih bir rehber olacaksa dünya hakkında olmuş varsaydığımız bir çok şey gerçekte doğru değil. Bilmeden bu ilkelere takılıp kalmışız.
DEVAMINI OKU..