Trakya Beyin Platformu

30 Ekim 2011 Pazar

Sokrates

Sokrates (Yunanca: Σωκράτης, d. MÖ 470 Alopeke, Attika - ö. MÖ 399 Atina). Heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe Fenarete’nin oğlu olan Sokrates, Antik Yunan filozofudur. Yunan Felsefesinin kurucularındandır.

Özel yaşamına ilişkin fazla bir şey bilinmemekle beraber Sokrates, Platon ve Ksenophon’a kadar uzanan bir geleneğe göre kendisine üç çocuk veren Ksanthippi ile evlidir. Platon ve Ksenophon’un çizdiği portreye göre basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı ve göbeklidir. Alçakgönüllü, alışkanlıkları ve felsefeden başka bir uğraşı olmadığı bilinen Sokrates, başta öğrencisi Platon olmak üzere Yunan gençleri üzerinde giderek kendisini taklit etmeye varan derecede yükselen bir etki yaratır. O'nun gibi yalın ayak yürürler. Hatta bu grup özentisini alaya almak için Aristophanes Kuşlar adlı komedyasında bir terim icat eder. Bu terim Esokraton’dur. Uzun saçlı olurlar, açlık çekerler, Sokrateslik taslayanlardır. Ahlak felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in yaşamının en belirgin olaylarından biri MÖ 399 yılında hakkında açılan davadır. Platon'un Sokrates'in Savunması adlı eserinde anlattığı kadarıyla Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilir. Sokrates, yazılı bir kaynak bırakmamıştır. Yaşamı ve düşünceleri ile ilgili bilgiler Aristophanes gibi çağdaş yazarlar, Platon ve Ksenophon gibi ardıllarının yazdıkları ve Sokrates’in ölümünden on beş yıl sonra dünyaya gelen Aristoteles’in dolaylı anlatımlarıyla günümüze ulaşmıştır.

Sokrates'in felsefi yaşamına başlangıçlık eden olay Delphoi Tapınağı ziyaretidir.

Sokrates felsefesinin ana temalarını ele alan başlıca kaynak Sokrates'in Savunması adlı diyalogdur. Bu diyalog Sokrates hakkında açılan dava sonrasında Platon tarafından kaleme alınan bir felsefi başkaldırıdır. Bu eser, Sokrates'in felsefi yaklaşımı uyarınca sürdürdüğü yaşamını sergiler. Sokrates yaşam tarzını ve yaşam tarzı nedeniyle sahip olduğu güçlü düşmanlıkları sergilemek amacıyla dostu Khairephon’un Delphoi Tapınağı kahini Pythies’e kendisi ile ilgili ziyaretini aktarmayı gerek görür. Khairephon, kahine Sokrates’ten daha bilge birisinin bulunup bulunmadığını sorduğunda kahin, ondan daha bilge birisinin bulunmadığını söyler. Bu bilgiyi alan Sokrates önce şüpheye düşer, çünkü hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Ama tanrı yalan söylemeyeceği için kahinin sözlerinin doğruluğundan şüphe etmemek durumundadır. Böylece söz konusu kehanetin, çözülmesi gereken bir bilmece olduğunu düşünerek araştırmaya koyulur. Önce adı bilgeye çıkan politikacıya, sonra ozanlara, daha sonra da sahip oldukları Sophia ile ünlü olan ustaların ve zanaatkarların yanına gider. Onlara sorduğu sorularla, onların bilge olmadıklarını kavrar. Sokrates bunların cehaletin pençesinde kıvrandıklarını fark eder. Bu kişiler, hem bilmedikleri şeyleri bildiklerini sanmaktadırlar hem de neleri bilmediklerinin farkında değillerdir. Oysa cehaletten daha büyük bir kötülük yoktur. Sokrates bu kişilerden farklı olarak, bilmediğini bilir; tam da bu noktada o kişilerden daha bilge olmaktadır. Yani Sokrates kendi cehaletinin farkında olmak gibi insani bilgeliğe sahiptir. Yani Sokrates kendini bilmekte ve kendini tanımaktadır.

Sokrates, kahinin söylediği sözlerin gerçek anlamını bulmak için uyguladığı sorgulama sonunda Pythies'in ne demek istediğini anlamıştır. Onların arasında en bilge olduğu doğru bir yargıdır. Çünkü kendisi hiçbir şey bilmediğinin farkındadır. Sokrates böylece –bilmediğini bildiğini sanan- insanlarla, gerçek bilginin tek sahibi olan tanrılar arasında aracı durumundadır. Bu konum aslında Platon'un Lysis ve Şölen adlı eserlerinde belirttiği gibi, filozofun konumudur; zaten filozof kelimesi de Yunanca philei ve sophia kelimelerinin yan yana gelmesi ile oluşturmuştur. Bu kelime başta "bilgi ve bilgelik dostu" sonra ise "bilgiye can veren, onu sorgulayan" anlamına gelmektedir. Bunun ön koşulu da bilgisizliğin bilincinde olmaktır.

Sokrates’in kendini tanı ilkesinin başlıca sebebi; her kişinin yaratılıştan iyi olduğu görüşünden gelir.Sokrates'in ahlakçı akılcılığı buna denk gelmektedir.
DEVAMINI OKU..

Platon (Eflatun)

Platon (Eflatun) (Yunanca: Πλάτων, Plátōn) (d. MÖ 427 - ö. MÖ 347) çok önemli bir Antik/Klasik Yunan filozofu olduğu gibi, matematikçi, felsefi diyaloglar yazarı ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusuydu da. Bu akademi aynı zamandan günümüzdeki modern üniversite oluşumunun başlangıcı olarakta kabul edilir. Platon, akıl hocası Sokrat (Socrates) ve öğrencisi Aristo (Aristotle) ile birlikte, doğal felsefe, bilim ve Batı felsefesinin temellerini attı. Eflatun, aslında Socrates'in öğretilisi ve öğrencisiydi. Socrates'in düşüncelerinden olduğu kadar öğretmeninin adalete uymayan öldürülmesinden de etkilenmişti.Asıl adı Aristokles'tir ancak geniş omuzları ve atletik yapısı nedeniyle, jimnastik hocasının ona verdiği isimle Yunanca Platon (geniş göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı.

Yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrat’ın öğrencisi ve Aristo’nun hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Eflatun’un felsefi görüşlerinin üzerinde hala tartışılmaktadır. Eflatun, batı felsefesinin başlangıç noktası ve ilk önemli filozofudur. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materyalist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Eflatun ile doruk noktasına ulaşmıştır. Eflatun bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, ve şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.

Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Eflatun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. Görüşleri İslam ve Hıristiyan felsefesine derin etkide bulunmuştur.

Eflatun, eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Eflatun çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır.

Eflatun, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri ortaçağda İslam filozofları tarafından korunmuş ve İslam düşünce dünyasındaki Yeni Eflatunculuk akımına neden olmuştur. Rönesans sonrasında Batı Avrupa'da Antik Yunancadan çevirileri yapılmıştır.
DEVAMINI OKU..

Aristoteles

Aristoteles ya da kısaca Aristo (Yunanca: Ἀριστοτέλης Aristotelēs; Eski Yunanca /aristoˈtelɛːs/; Yeni Yunanca /ˌaris̩toˈteʎis̩/) (M.Ö. 384 – 7 Mart M.Ö. 322) Antik Yunan filozof. Platon ile Batı düşüncesinin en önemli iki filozofundan biri sayılır. Fizik, astronomi, ilk felsefe, zooloji, mantık, politika ve biyoloji gibi konularda pek çok eser vermiştir.
M.Ö. 384 veya 385'te, günümüzde Athos tepesi olarak adlandırılan tepenin yakınlarında ufak bir Makedonya kenti olan Stageira'da, Makedonya kralı II. Amyntas'ın (Philippos'un babası) hekimi olan Nikomakhos'un oğlu olarak dünyaya gelir. M.Ö. 367 veya 366 'da 17 yaşında Platon'un Atina'daki akademisine (Akademeia) girmesiyle Platon'un en parlak çömezlerinden biri olur. Tütör yahut yardımcı hoca olarak çalıştığı dönemde, okuma tutkusuyla tanınır; (Platon, belki de bir tür tenezzülle, ona "okuyucu" lâkabını takar) Daha sonraları Akademia'daki öğretime kendisi de katkıda bulunur: kimi zaman Platoncu savları rakip Isokratos okuluna karşı savunmak için geliştiren, hatta zaman zaman da Evdamos ya da Can üzerine (Peri tes Psykhes) yazılarında olduğu gibi, bu tezleri büyükseyen diyaloglar yazar. Gryllos yahut Retorik üzerine Aristoteles'in diyalog yazarlığı dönemine aittir.

Platon M.Ö. 347'de öldüğünde, Akademeia'nın başına ardılı olarak Spevsippos'u atamıştır. Antik Çağ'dan itibaren yaşamöyküsü yazarları -herhalde kötücüllüklerinden- Platon'un bu seçiminde Aristoteles'in Akademeia'yı terk etmesinin asıl nedenini görüyorlar. Aristoteles'in en azından Spevsippos'a karşı kalıcı bir garez duyduğunu biliyoruz. Aynı yıl, belki de ustasının teşvikıyle, Ksenokratos ve Theophrastos ile bugün Biga Yarımadası olarak anılan Troas bölgesindeki Assos kentine gönderilir. Orada Tiran Atarnevs'li Hermias'ın siyasî danışmanı ve dostu olur. Aynı esnada, özgünlüğünü daha o zamandan belli eden bir okul kurar. Bu okuldaki girişimleri arasında yaşambilim üzerine çalışmaları yer alır. 345-344 yıllarında, belki de Theophrastos'un daveti üzerine, komşu Lesbos (Midilli) adasının Doğu kıyısındaki Mytilene (Midilli) kentine varır. 343'te Pella'daki (Bugün Ayii Apostili) Kral Makedonyalı Philippos'un sarayına, oğlu İskender'in eğitimini üstlenmek üzere çağırılır. 341 yılında Perslerin eline düşen Hermias'ın feci sonunu Pella'da öğrenir, anısına bir ağıt düzer. Gerek Pella'da ikamet ettiği sekiz senelik dönem, gerek eğitmenlik vazifesinin içeriği hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Philippos'un ölümüyle M.Ö. 335 İskender tahta oturur. Aristoteles Atina'ya dönüp Akademeia'ya rakip olarak Lykeion'u, ya da diğer adıyla Peripatos 'u (öğrencileriyle içinde dolaşarak tartıştıkları bir tür çevresi sütunlarla çevrili avlu ya da galeri) kurar. Lykeion'lulara verilen Peripatetikoi adı buradan geliyor. Burada on iki sene ders verir. M.Ö. 323'te Büyük İskender'in bir Asya seferi esnasında ölmesi üzerine Atina'da Makedon karşıtı bir tepki dalgası peydah olduğu vakit, aslında Makedonculuk zannı taşıyan Aristoteles'e karşı, dine saygısızlık davası açılması söz konusu olur. Bir ölümlüyü -Hermias'ı- anısına bir ilâhi yazarak ölümsüzleştirmekle itham edilir. Bunun üzerine Aristoteles, Sokrates'in yazgısını paylaşmak yerine Atina'yı terk etmeyi seçer: kendi deyişiyle, Atinalılar'a "felsefeye karşı ikinci bir suç işlemeleri" fırsatını tanımak istemez. Annesinin memleketi olan Eğriboz (Evboia) adasındaki Helke'ye Khalkis sığınır. Ertesi yıl M.Ö. 322'de, altmış üç yaşında hayatını kaybeder.
DEVAMINI OKU..

JAMES CHURCHWARD

James Churchward, (d.27 Şubat 1851) - (ö.4 Ocak 1936), İngiliz asker, araştırmacı.
1930'lu yıllarda yazdığı kayıp kıta Mu ile ilgili Naacal Tabletlerini çözmüş; The Children of Mu (1931), The Lost Continent Mu (1933), ve The Sacred Symbols of Mu (1935) adlı kitapları ile gündeme gelmiştir. Bilinen en ünlü esrarengiz İngiliz yazarıdır. Aynı zamanda uzman bir balıkçı ve mühendistir.
Churchward' a göre, Mu'nun yeri "kuzeyde Hawaii, güneyinde ise Fijis ve Paskalya Adası olarak verdi." O, Mu kıtasının 64.000.000 nüfusa sahip olduğunu iddia etti. Churchward günümüzden 50.000 yıl önce, Mu kıtasının teknolojik olarak çok gelişmiş olduğunu iddia etti. Bu uygarlığın kolonileri arasında Hindistan, Babil, Pers, Mısır ve Maya uygarlıklarının olduğunu araştırmaları ile tespit etti.
Yazarın bu üç kitabı Türkiye Cumhuriyeti kurucusu M. Kemal Atatürk'ün okuduğu kitaplar arşivinde de yer almaktadır. Atatürk 1930'lu yıllarda Tahsin Mayakon(Mayatepek)bey'i araştırma görevlisi olarak Amerika'ya yollamıştır. Mu kavmi hakkında bilgi edinmesi için birçok rapor düzenlemiştir Tahsin Bey. En ünlüsü 14. rapordur. Ön Türkler ile Mu kavmi arasındaki bağı sorgulamak babında yapılan araştırmalar sonucu Mu ile Meksika'daki kavimler ve Naacal Tabletleri arasında bir bağ bulunmuştur.
DEVAMINI OKU..

29 Ekim 2011 Cumartesi

BEYNİMİZİN YARATICI GÜCÜ

 Hepimiz dünyayı beş duyumuz vasıtasıyla algılıyoruz.Gelen bütün veriler zihnimizde kaydediliyor. Herkes aynı beş duyuya sahipken bunların kaydettiği verilerin farklı olması acaba neden, hiç düşündünüz mü? Çünkü bakış açılarımız, dünyayı ve kendimizi değerlendirme kriterlerimiz de farklı. Başınıza gelen bir olaya üzülüp hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.Bunu bir deneyim olarak görüp yeni öğrenim ve farkındalıklarınıza da odaklanabilirsiniz.Seçim sizin… Çok gelişmiş bir bilgisayar saniyede 100 milyonun üzerinde işlem yapabiliyor.Bu bilgisayarın 100 sene boyunca yapabileceğini bizim beynimiz 1 dakikada yapabilecek kapasiteye sahip. Peki bu muazzam gücümüzün ne kadar farkındayız? Eğer farkındaysak ne yönde kullanıyoruz? Evimize, kendimize yeni bir eşya alırken onu; kalitesi, fiatı, işlevselliği gibi belirli kriterler bakımından imtihana tabi tutuyoruz. Duygularımızın, düşüncelerimizin, davranışlarımızın kaynağı; bizi oluşturan her şeyi kontrol eden beynimiz hakkında neler biliyoruz? Zihnimizi temel olarak bilinç ve bilinçaltı olarak iki kısımda inceleyebiliriz. Bilinçli zihnimiz zihnimizin rasyonel düşünen kısmı.Yani farkında olduğumuz düşüncelerimiz. Siz bu yazıyı okumaya karar verdiniz.İşte bilinçli zihniniz şu anda çalışıyor. Biraz sonra belki karnınız acıkacak.Tarhana çorbası içmeye karar vereceksiniz.bu da bilinçli zihninizin bir tercihi.. Yapılan araştırmalara göre zihnimizin bu kısmı 5 ila 9 arası veri alabiliyor. Bilinçaltımızı bir depoya benzetebiliriz.Zihnimizin % 88lik bir kısmını oluşturuyor.Beş duyumuz vasıtasıyla alınan her bilgi, yani bütün yaşamımız, bir kameraya çekilmiş gibi orada kayıtlı. O uyku da uyumuyor.24 saat çalışıyor.Nefes alışımızı, kalbimizin atışını, kan dolaşımımızı, sindirim sistemimizi; kısaca size ait olan her şeyi siz düşünmeden sizin için kontrol ediyor. Bilinçaltı bu kadar gücüne karşın o kadar aptal ki, gerçekle gerçek olmayanı ayırt edemiyor.Yani kör ve sağır.Çünkü ona söylediğiniz her şeyi gerçek gibi algılıyor. İşte biz bunu avantaj olarak kullanabiliriz.Bilinçaltımızı kullanarak hayatımızı değiştirebilir,istediğimiz her şeye kavuşabiliriz. Nereye gittiği belli olmayan bir arabanın kontrolünü elimize alabiliriz.Hadi arka koltuktan direksiyona geçelim. Arabayı istediğimiz yöne doğru sürelim. 90’lı yılların başında bir bilim dergisi olan Research Qarterly’de yayınlanan çok ilginç bir araştırma var.Bu araştırmada basketbol oynayan öğrenciler üç guruba ayrılıyorlar. İlk gurup basketbol topunu fileye sokabilmek için 20 gün boyunca fiziksel antreman yapıyor.Ter döküyor. İkinci gurup hiçbir şey yapmıyor,yan gelip yatıyor. Üçüncü gurupsa 20 gün boyunca her gün zihinse antreman yapıyor. Yani zihinlerinde hayali olarak topu tutuyorlar, paslaşıyorlar, çok güzel atışlar yapıyorlar, terlediklerini hissediyorlar, inanılmaz güzellikte bir maç çıkararak seyircinin alkış seslerini duyuyorlar, maç bitiminde gelen tebrikleri kabul ediyorlar.* 20 günün sonunda her gün antreman yapan ilk gurubun performansında % 24‘lük bir artış oluyor.yan gelip yatan ikinci gurupta, beklenilebileceği gibi, hiçbir değişiklik yok.Zihinsel antreman yapan üçüncü gurubun performansında da % 23’lük bir artış oluyor. Dikkat edin! Topu ellerine bile değdirmeden hemen hemen ilk gurup kadar başarı sağlıyorlar. Yani bilinçaltı beş duyunun etkili bir şekilde kullanıldığı ve canlı hayallerin kullanıldığı bir senaryonun sürekli tekrarlanmasıyla, aslında henüz gerçekleşmemiş şeyleri gerçekmiş gibi kabul etmeye başlıyor ve beyne bu sinyali gönderiyor. Ne müthiş bir güç öyle değil mi? Maalesef korkularımız da bu yolla oluşuyor.İnsanoğlunun doğuştan sahip olduğu iki temel korku var.Düşme ve ses korkusu. Kalan bütün korkularımızı süreç içerisinde öğreniyoruz… Nasıl mı? Hepimizin korktuğumuz şeylerle alakalı senaryolarımız var.Bunlar olumsuz görüntüler, sesler ve hisler içeriyorlar. Düşüncelerimiz kendilerini gerçekleştirme kehanetine sahiptirler… Çevremizdekilerin iyi yönlerini görürsek hep iyi insanlar, kötü yönlerini görürsek hep kötü insanlar çıkar karşımıza… Odaklandığınız şeyler yaşamınızın kalitesini belirler… Kendimiz ve başkaları adına iyi şeyler dileyelim Hep birlikte güzelliklere odaklanalım ki; güzel bir yıl geçirelim…  ALINTI
DEVAMINI OKU..

BENZERSİZİ İSTEMEK

Tüm yüklerinden kurtulmuş ve tüy kadar hafif hissetmek.
    Kafanızın içinde sürekli sizi uğraştıran, hem dikkatinizi hem yaşam enerjinizi tüketen bütün sıkıntılı, acılı, kızgınlık veren, sevindiren, sevimli ve tatlı tüm anlardan, hayallerden, düşüncelerden, planlardan tamamen kurtulmuş, temiz, saf, bomboş ama huzurlu bir zihne sahip olmak.
    İçinde hiç durmayan, tarifi ve benzeri olmayan bir sevinç ve coşku içinde olmak.
    Çok hareketli olsa da olmasa da her anı benzersiz, taptaze, yepyeni bir yaşam.
    Hiçbir şeyden korkmamak ama bir o kadar şefkatli olmak.
    Kendini bir sevgilinin kucağından daha sıcak, daha huzurlu hissetmek.
    Rüzgârın, çiçeklerin, ağaçların, taşın, toprağın kelimeler olmadan sizle konuşması, onların size bir başka güzel ve canlı görünmesi.
    Vücudunuzun görüntüsünün, esintisinin, kokusunun bambaşka ve güzel olması.
    Her anınızın benzersiz ve doyumsuz olması.
    Problem değil güzellik ve saflık üreten biri olmak ve problemlerini çözmede tüm insanlara kesinlikle yardımcı olabileceğini bilmek.
    Birinin sevgisine veya bir sevgiliye artık hiç muhtaç olmamak ama tümüyle sevgi dolu olmak.
    Yaşamınızın tadına doyulmaz tatlı bir mâcera hâline gelmesi, sonsuz bir renkliliğe kavuşması.
    Her yaptığının iyi ve doğru olduğundan emin olmak.
    Kim olduğunuzdan şüphe etmeden yaşamak.
    Her şeyin kalbi olmak ama her şeyden bağımsız olduğunu da bilmek.
    İnsanların sizi gördüklerinde gülümsemesi, varlığınızın onlara güzelliği, huzuru ve güveni hissettirmesi.
    Hiçbir şey istemediğiniz halde her şeye sâhip olduğunuzu bilmek.
    Artık mükemmelliği yaşıyor olmak.
    Bunları istiyor musunuz?
    İstiyorsanız, bu ancak kendinizi doğru tanıyarak olur.
    Nasıl mı?
    Bunu kendinize sorun.
    Soruyu tüm samimiyetinizle sorduysanız bilin ki cevabı hemen yola çıktı.
    Size geliyor.
           
DEVAMINI OKU..

28 Ekim 2011 Cuma

KEHANET VE ASTROLOJİ

Kehanet yeteneği ile astroloji birbirinden son derece farklı şeylerdir. Astroloji kehanette kullanılan araçlardan sadece biridir. Ve kutsal kaynaklara göre, astroloji eski kültürlerde (Şamanizm dahil), bilge diye nitelendirdiğimiz kişilerin üst plana dair önsezileriyle birleşerek bir yere ulaşırdı.
Kehanet yeteneği herkeste bulunmaz, hatta Edgar Cayce 'den sonra da bu konuda dünyada kimse yok diye biliyorum. Bu yetenek ilahi birşeydir, herkesin isteyerek, zorlayarak alabileceği birşey değildir. Kendi ruhsal tekamülünü ilerletmeden, dünyasal konulardan sıyrılmadan ve bilgelik yolunda bir hayli ilerlemeden, kehanet yapmak olacak bir iş değildir. Hatta bunu para için yapmak, tamamen bu tarz işlere ters birşeydir. Günümüzde kehanette bulunan, fal bakan birçok insan mevcut. Ama tüm eski kutsal kaynaklarda, hocalar insanları uyarır. Bu özellikler zamanla gelir, zorlayarak açılmaz. Çünkü zamanından önce gelen şeyler zarar getirir. Altıncı His filminde de söylendiği gibi: "Her yetenek hediye değildir." ve sorumluluk ile bilgi gerektirir. Bu nedenle bahse konu insanlar kehanette bulunurken normalde temasa geçilen üst iyi planlar yerine, alt kötü planlarla irtibata geçerler. Ve böylece bizim alt varlıklar dediğimiz cin, ins vb. tarafından insanlar kolaylıkla kandırılırlar. Çünkü bu varlıklar kandırmayı çok severler ve böylece ruh sağlığını yitirmeye kadar bu iş sürer gider. Ruhsal tekamülü yeterince ilerlememiş birinin, yüksek planlara dair sinyalleri hem alması hem de alsa bile yorumlayabilmesi imkansızdır. Çok çok çok özel kişiler dışında kehanet yeteneği kimselere verilmemiştir. Ve bildiğim kadarıyla bu yeteneğe sahip olanların da, bu konuların Yaratıcı ile verilen kişi arasında bir sır olarak kalması gerektiğini okumuştum.
Astroloji kadim zamanlarda bilim dalıydı ve o zaman ancak önemli insanlığın tümü için gerekli şeylerde kullanılırdı. Şu an nefs dediğimiz şeylere alet olmuş durumda. Yani "ne zaman evleneceğim, çocuğum olacak mı" vb. gibi bencil şeyler ve kişisel amaçlar için kullanılıyor. Fakat bu konuda astroloji yardımcı olamaz ve pek de bilemez. Bilmesi de pek mümkün değildir. Çünkü gelecek belirli değildir. Sadece bizim önceden oluşturduğumuz enerjilerle, bazı olaylar bizi bekler. Ama hergün yaşadıkça yaptığımız yeni hareketlerle bu sürekli değişir, etkiler azalır veya çoğalır, yaşanacak acı veya tatlı olaylar yoğunlaşır veya etkisi azalır. Ve gelecekte ne olacağını bilmek, insana yarar yerine zarar getirir. Çünkü o zaman hayatın ne anlamı kalır ki? Yaratıcı insanlara özgür irade vermiştir. Eğer isteseydi zaten herşey herkese apaçık olurdu. Ama insan özgür iradesiyle herşeyi değiştirebilir.
Gezegenlerin hareketleri ve bize etkilerine gelince, bunları yorumlamak da eski kültürlerde bilge kahinlerin sahip olduğu bir yetenekti ve bunu ancak insanlık yararına kullanırlardı. Ama oturup bir tek insanın hayatını bu bilimle sorgulamaya çalışmak bence evrensel bazı şeyleri kendimize yontmamız gibi birşey haline geliyor. Elbette sonuçta evren yasaları mikrokozmos-makrokozmos eşitliği nedeniyle bizler için de geçerli. Kendi yanlışlarını görüp, bilip düzeltemeyen ve herşeye rağmen bunlara devam eden bir insana evren nasıl yardım etsin? Önce insan kendini tanıma ve düzenleme konusunda adımlar atmalı ki, evren ve doğa da ona karşılık versin.
Yüzüklerin Efendisi filminde Gandalf'ın yüzüğü taşımak istememesi, konumuza harika bir örnektir. Gandalf bir bilge olmasına rağmen taşımamıştı çünkü henüz hala aşamadığı korkuları vardı. Ancak son korkusuyla yüzleşene kadar ve Anka kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğana kadar da Gri Bilge olarak kaldı. Gandalf yüzüğü taşımak istemedi çünkü henüz yolda ilerliyordu ve yüzüğün gücü ellerinde olduğunda hala yoldan çıkabilirdi. Yüzüğü Frodo taşıdı, çünkü Frodo'nun yüreği oldukça saftı ve de bir bilgenin sahip olduğu maji güçlerine sahip değildi. Ama eğer yüzük Gandalf'ta olsaydı ve Gandalf'ın gücü ile yüzüğün gücü birleşseydi ve Gandalf'ın bir şekilde aklı çelinseydi, o zaman orta dünya tam bir felakete sürüklenecekti. Ki şimdi mesela sizin elinizde bir güç olsa, sayısal loto sunuçlarını önceden bilmek için kullanmayacağınıza ne kadar eminsiniz? Hiç eminim demeyin çünkü birşey sınanana kadar ancak sözden ibarettir.
Bundan başka, gezegenlere bakarak yorum yapmayı fiziksel olarak algılamamak lazım. Çünkü yer-gök-uzay-evren ilişkisi sembolik bazı sırlar içerir. Platon'un idealar dünyasında olduğu gibi, hepsinin göksel bambaşka anlamları vardır. Mısırlılar piramitleri bile yıldızların o anki gökyüzündeki konumuna göre inşa etmişler. Mısırlılarda gök bilim önemliydi, çünkü eski Mısır’ın en korktuğu şey, gök ile sembolik bağı kopartmaktı. Sembolik dedim çünkü bu Yaratıcı ile ve göksel planlarla bağ idi. Yapılan tapınaklar, tapınaklar arası yollar bile belirli yıldız dizilimlerine göre yapılmıştır. Onların yıldızlarla ve gezegenlerle ilgilenmesinin sebebi daha sembolik bir konuydu. Keops, Kefren ve Mikerinos da bazı yıldızlar mesnet alınarak yapılmıştır ve yıldızların konumunda geriye doğru gidildiğinde, sözkonusu yıldızların sadece milattan önce 10.300 yılında o dizilimde olduğunu saptanması ile, bilinen insanlık tarihinin aslında çok çok daha eski olduğu konusu ortaya çıkmıştır ki, ben o konuya şimdi burada hiç girmeyeceğim, o bambaşka bir yazının konusu.
Gelelim kehanet ile ilgili birkaç örneğe. Bir zamanlar Roma'nın başındaki Marcus Aurelius aynı zamanda çok iyi bir filozoftu, günümüzde de kitapçılarda hala kitapları da vardır. Ölmeden bir süre önce bir rüya görür, rüyasında iki kartalın biri batıya biri doğuya gider. Ve kendisinin ölümünden sonra Roma'nın bölüneceği kehanetinde bulunur ve gerçekleşir. Onların yetenekleri ve mertebeleri çok farklıydı. Şu an ne bunu yorumlayabilecek ne de kendisine böyle bir imkan sunulabilecek bir insan yaşıyor dünyada...Ve insanlarla ilgili çok büyük işler yapmış, hayatını bu işe adamış bu insanların da, bu yeteneklerini ben evlenecek miyim şeklinde şeylerle harcadıklarını hiç sanmıyorum. Zaten harcasalardı, ellerinden bu yetenek Tanrı tarafından alınırdı ... Nitekim Atlantis kıtasının batış sebeplerinden biri olarak da bunu göstermişlerdir.
Astroloji ve yıldız dizilimlerinin insanın doğum esnasındaki karakterine elbette etkisi vardır ama bu karakter, insan büyükdükçe ve çevre etkileri aldıkça değişir. Sadece belirgin bazı özellikler sabit kalabilir. Bu nedenle de günlük fallara, yorumlara bakarak hiç vaktinizi boşuna harcamayın derim. Onun yerine alın elinize birkaç gelişim kitabı, önce kendi hatalarınızı düzeltin. Bir hayaliniz varsa, oturun projelendirin ve harekete geçin. Hiçbirşey imkansız değildir ve hiçbir şey için de geç değildir. Önemli olan şey, onu ne kadar istediğiniz ve bu konuda hangi zamanda hangi adımları attığınızdır sadece...Ve elbette hiçkimsenin zararına olmaması şartıyla. Ancak o zaman hayalini kurduğunuz şeylere ulaşabilirsiniz...
DEVAMINI OKU..

BİRLİKTE BAKMAK

     Bir kavgaya bakarken bir başkasıyla aynı şeyleri mi görürüz? Aynı şeyleri mi hissederiz?
    Aynı şekilde uçan bir kuşa, yerdeki böceğe, televizyonda görüp duyduğumuz şeylere, gökkuşağına, acı çeken bir insana, sevinçlere, umuda, yalnızlığa... Ve geri kalan her şeye.
    Bir insanın yaşadığı herhangi bir şeye bakışı ile bir başkasının aynı şeye bakışı arasında sayısız farklar var. Hatta iki insanın bir şeye bakarken görüp hissettikleri, birbirinin tam zıddı bile olabiliyor. Farklı şeyler ya da zıt şeyler görmek, aile üyeleri arasında var, aynı okuldaki öğretmenler arasında var, aynı derneğin üyeleri arasında var, aynı partideki politikacılar arasında var.
    Kimi aydınlar başta olmak üzere birçok insan,farklı bakışların, farklı görüşlerin gâyet normal olduğunu söylüyor. Onlar farklı bakış ve görüşlerin özgürce söylenmesinin ve yazılmasının desteklenmesini ilericilik ve demokratlık olarak görüyor. Ve iyinin ve güzelin ancak böyle bulunabileceğini savunuyor. Buna rağmen bu kişilerden bırakın işyerini, şehrini, ülkesini, hangisinin ailesinde tam bir uyum, güzellik ve barış var?
    İnsanlar arasında tek ve ortak bir bakış olmadıkça ailelerinde, işyerlerinde, ülkelerinde gizli ve açık gerginlikler, çatışmalar, kavgalar, savaşlar kaçınılmazdır.
    Peki bu nasıl böyle oluyor?
    Gerçek benin doğasında kendini her yere yayma ve her şeye hâkim kılma otomatizması var. Kişiliklerimiz ise farklı farklı. Ben, kendini kişilik olarak kabul etmiş. Böylece ben, her şeyi kişiliğin penceresinden görmeye ve hissetmeye başladı. Bende bulunan her şeyde hâkimiyet kurma otomatizması, ben olarak kabul ettiğiniz kişiliği ve o kişiliğin farklı ihtiyaç ve hissedişlerini sürekli destekler, dallanıp budaklandırır. Bu da farklılıkların artmasına ve keskinleşmesine, karmaşanın da doğup sürekli büyümesine yol açar. Sonuçta kişiler arasındaki gerginlik ve çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmazdır.
    İnsanoğlu şunun fakına varamadı: Ben birdir ve herkeste aynıdır. O, tamamen şekilsizdir. Bu yüzden bir kişilik değildir. Ben, tam özgürlüğün kendisidir. O, aynı zamanda tam özgür bakışın da kendisidir. Tam özgür bakış tam tarafsızdır ve saf gerçeği olduğu gibi görür. Bu bakışta şaşmazlık, adalet ve kesin bir şüphesizlik bulunur. İşte birlikte bakış budur. Yâni birlikte bakış, "kişiliğimiz dâhil her şeyden tamamen bağımsız kalmak" demektir. Bunun nasılı yoktur. Bir eğitime de ihtiyacınız yok. Bu yeteneğe zâten sahipsiniz. Bu yüzden "Ben bunu yapamam" düşüncesine kapılmayın. Sâdece söylendiği gibi tam özgür kalın. Yâni herşeyi tamamen kendi hâline bırakın. Kendinizi ve kendiniz dışındaki herşeyi sâdece seyredin. Deneyin. Tekrar tekrar deneyin. Mutlaka işleyecektir. Ve herkesin bunu yapması bakışta birliğin sağlanması demektir. Birlikte bakış, aynı şeyi görmemizi ve aynı şeyi hissetmemizi sağlar, Ve bu da iyiliğin, güzelliğin ve barışın egemenliğini getirir.
                                                                                                         
      
DEVAMINI OKU..

26 Ekim 2011 Çarşamba

BEYİN EVREN MODELİ

Beyin; Holografik Evrenin küçük bir modeli

   Kanada’da yapılan bir araştırma, dini meditasyon sırasında, bazı bilim adamlarının savunduğu gibi, beynin sadece bir kısmının değil, birçok bölgesinin harekete geçtiğini belirledi. 03.09.2006 tarihinde gazetelerde çıkan bu haberi bir de meta bilim yani metafizikle bilimin kesiştiği yeni görüş açısından da incelemekte büyük yarar var.
  MONTREAL Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Dr. Mario Beauregard ve ekibi tarafından yürütülen araştırmada, 23 ile 64 yaşları arasındaki 15 rahibenin dini meditasyon sırasındaki beyin faaliyetleri MRI (manyetik rezonansla görüntüleme tekniği) ile incelendi. Sonuçları "Neuroscience Letters" adlı dergide yayınlanacak olan araştırmada, bazı bilim adamlarınca 10 yıl kadar önce dile getirilen ve beynin ön tarafında dini inanışı yöneten "Tanrı noktası" adlı bir bölgenin bulunduğu teorisinin sorgulanması amaçlandı.

  Tüm beyinde hareket
  Dr. Beauregard ve ekibi tarafından yürütülen araştırma, dini ibadete odaklanma sırasında, beynin faaliyetinin sadece "ön lob" ile sınırlı kalmadığını ortaya çıkardı. Araştırmasının sonuçlarını yorumlayan Dr. Beauregard, "Beyinde tek başına bir ’Tanrı noktası’ bulunmuyor. Bu tip faaliyet sırasında, duygulanma, benlik bilinci veya vücudu boşlukta betimleme gibi değişik fonksiyonlarla birlikte tüm beyin çapında karmaşık bir hareket söz konusu" diye konuştu.
  Deneyler sırasında, rahibelerin "Tanrı ile birlikte bir mutluluk ve barış duygusu" hissettiklerini söylediğini belirten Beauregard, bu sırada özellikle beynin heyecan kısmı olan "limbik sistem" bölgesinde bir hareketlenme tespit ettiklerini kaydetti.

  Dalgalarda Yavaşlama
  İncelemeleri sırasında ayrıca vücudun betimlenmesine bağlı bir bölge olan yan kortekste de değişiklik belirlediklerini anlatan Beauregard, din adamlarının meditasyon sırasında vücutlarını daha az hissettiklerini söylemelerinden ötürü beynin bu bölümünün önemli olduğunu belirtti.
  Kanadalı bilim adamı buna karşın, bu faaliyet sırasında beyin dalgaları seviyesinde bir yavaşlama tespit ettiklerini belirterek, "Beyin dalgalarını isteğe bağlı olarak yavaşlatmak olanak dışı. Bu durum bize dini meditasyon sırasında elektrik seviyesinde beynin çalışmasında bir değişiklik olduğunu gösteriyor" dedi.

  Beyin,inmeden sonra yeni sinir  hücresi üretiyor
  Uzun yıllar, yetişkinlerde yeni beyin hücrelerinin üretilmediğini düşünen, ancak üretimin sürdüğünü tespit eden bilim adamları, son olarak bir inmeden sonra dahi beyinde yeni sinir hücrelerinin oluştuğunu keşfetti. ABD’nin California Eyaleti’nin Novata kentindeki Buck Yaşlılık Araştırmaları Enstitüsü bilim adamları, insan beyninin inmeden sonra yeni sinir hücreleri ürettiğini tespit etti. David Greenberg başkanlığındaki ekibin, Proceedings Dergisi’nde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, insan beyni, beyin kanaması gibi özel durumlardan sonra, sanki oluşan hasarı gidermek istercesine yeni sinir hücresi üretiyor. Araştırma ekibi, inme sonucu hayatını kaybeden hastaların beyinlerinde yaptığı incelemede, yeni oluşmuş sinir hücreleri buldu. Ekip, yeni sinir hücrelerinin özellikle kan damarları yakınında oluştuğunu, bunun da hücre çoğalmasına katkı sağladığını bildirdi. Araştırma sonuçlarının, insan beyninde hasar gören bölümlerin tedavi yöntemlerine yardımcı olabileceği belirtiliyor. (03.09.2006- Hürriyet)

  Beyne meta bilim açısından bakış
  Holistik yani bütüncül bir bakış açısından bu araştırmayı ele alırsak; Dr. Beauregard, beyinde tek başına bir ’Tanrı noktası’ bulunmuyor derken çok haklı çünkü bu tip faaliyet sırasında, duygulanma, benlik bilinci veya vücudu boşlukta betimleme gibi değişik fonksiyonlarla birlikte tüm beyin çapında  daha karmaşık gibi gözüken ama daha bütüncül bir hareketlenme söz konusu.
  Beyinde tek bir nokta aramak modası geçmiş kartezyen görüşü savunmak olurdu ki, bedene ve insana holistik bir anlayışla yaklaşım günümüz bilim adamları bu anlayışı yenilemek için Dr. Beauregard ‘ınki gibi araştırmalar yapıyorlar.Özellikle metafizikle yeni fizik arasındaki köprüyü ortaya çıkarmak için yıllardır araştırma yapan iki ünlü bilim adamının beyinle ilgili araştırmalarına kısaca bir göz gezdirmek bu konuda farklı düşünmek için çok yararlı olabilir.
  Stanford üniversitesi beyin cerrahı Karl Pribram ve fizikçi David Bohm (Kuantum teorisyeni) insan beyninin holografik bir evrende, bir hologram gibi çalıştığını bilirdiler. Hologram; cisim tarafından dağılan ışık dalgasının, eş titreşimde tepeler ve yarıklardan oluşan anlamsız, bulanık bir girişim deseni olarak bir plaka üstüne kaydedildiği merceksiz bir fotografik bir işlemdir. Bu fotografik kayıt lazer gibi birleşik (aynı frekans ve aynı faza sahip iki veya daha fazla dalgadan oluşan) bir ışık altına yerleştirildiğinde üç boyutlu imgeler ortaya çıkar. Hologramın herhangi bir parçası imgenin tamamını yeniden kurar. 
     Bu buluş metafizik ile fiziği birleştirme noktasına getirmiştir. Eşyanın olayların, zaman ve mekanın farklı ve ayrı anlaşılan oluşum gerçeğinin altında tüm şeylerin ve olayların mekansız, zamansız ve bölünmemiş olduğu tezahür etmemiş, örtülü bir titreşimsel -frekans düzeni vardır. Bizlerdeki hologram yani bütüncül, bütüne ait enerji zamansız ve mekansızdır. Doğa üstü, doğanın bir parçasıdır. Tüm doğa ötesi fenomenler fizikteki nükleer fenomen gibi sadece o anda başka boyutları okuduğumuz anlamına gelmektedir. Telepati önceden bilebilme şifa gibi olaylar zaman ve mekanı aşan boyutta oluşmaktadır. Enerjinin buradan oraya gitmesine hiç gerek yoktur; zaten orası diye bir şey yoktur.

   Bohm, algıladığımız dünyayı vitrin olarak adlandırır. “Tüm şuurumuz; geçmiş bilgimiz ile şu anki algısal verilerin kaynaştığı bir vitrindir demektedir. Fakat egomuzun altında evrensel, mekansız ve zamansız hafıza yaşamaktadır. Bunu hipnotik translarda devamlı görmekteyiz zamanın rölatif ve göreceli olduğu trans altındaki bireyde farklı algılandığını net bir biçimde kanıtlayabiliriz.” diyor.
   Her birimiz holografik evrene doğar ve ilk ayları yaşamın tümü ile uyumlu bir birliktelikle geçiririz. Hologramın o parçası henüz kendinin farkında değildir. Bu hologramı taşıyan insanda kendi farkında değildir. Farkındalık gelişir ve hologramdan çıkmış oluruz. Beyin yapısındaki delta, teta, alfa, beta dalgalarında deneyimlediğimiz bilinç durumları ve bu durumlara denk gelen algılamalar arasındaki benzerlikler çok ilginçtir.Bu nedenle de Dr. Beauregard ‘ın "Beyin dalgalarını isteğe bağlı olarak yavaşlatmak olanak dışı” sözü bu bakış açısı içinde pek haklı sayılmaz. Bir süje rölaksasyon-gevşeme yöntemleri ve araştırmayı yapan Dr. Beauregard ve arkadaşlarının da tespit ettiği gibi yoğun bir meditasyon sırasında beyni alfa dalgalarından teta dalgalarına getirinceye kadar değişiklik yapabilir.

BEYİN DALGALARININ EEG ÖLÇÜMLERİ

Beta Dalgaları - Uyanık Durumu
13 Hz' den 30 Hz' e kadar

Alfa Dalgaları - Rahatlama Durumu
8 Hz' den 12 Hz' e kadar

Teta Dalgaları - Meditasyon, Rüya Durumu
4 Hz' den 7 Hz' e kadar

Delta Dalgaları - Derin Uyku Durumu
1 Hz' den 3 Hz' e kadar
   Bu ünlü iki bilim adamı, beynin Teta dalgaları yayma halini C.G.jung un kolektif bilinçaltı diye adlandırdığı kavramla da özdeşleştiriyorlar ve bu noktada yaşamın ve hologramın arşetepik niteliklerini deneyimlediğimizi söylüyorlar. Yeni bilimsel araştırmalar inanç alanında hiç zorlanmadan bazı metafizik gerçeklerle-fizik arasında bağlantı kurmamıza olanak sağlayacak gibi görünüyor.
DEVAMINI OKU..

ZİHİN KONTROLÜ MÜMKÜN MÜ ?

İnsanları kontrol etmenin verdiği haris tamahın iç gıcıklayıcı baskısı, eh bir de konunun "esrarengiz" yapısı "zihin kontrolünü" müthiş çekici yapmakta.

Neler yok ki bu dosyada. Tek kelimeyle tetik çekenler, hayvanları silaha dönüştürenler, ezoterik bilgiler, gizli servisler ve daha neler neler!

Günümüzdeki alt kolları birer ahtapot gibi yerküreyi saran "psikolojik" operasyonlar için, çok ama çok eski dipnotları var. Hasan Sabbah'ın Haşhaşi Tarikatı'nda, müritlerin, haşhaş etkisiyle intihar ve suikastları kolayca yapmaları gibi. Size ne ifade eder bilemeyiz, ama "cennete" inandırılan Haşhaşinler, mutlulukla ölüme/öldürmeye koşuyorlardı. Bu tarihsel olayın etkileri öyle derin oldu ki, günümüzde suikast anlamına gelen İngilizce "assassination" kelimesi bile "haşhaşin"den türetildi.

Amerika'nın boynuzları "ustasını" geçse de, gerçekte kötülüğün kaynağı bir zamanların "Şeytan İmparatorluğu"na gidiyor... Soğuk savaşın "Demir perde" arkasında kalan laboratuarlarında, "pis savaşlar"ın akla ziyan "zihin savaşları"na giden yolu açan etikette yazılı dört harf var. SSCB... Yani, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği!

Günümüzde bazı çok basit sorular sorulabilir. "İnsan zihni nasıl kontrol edilebilir?" gibi, "Peki ama ne için?" gibi. Bilinen o ki, masum bilimsel meraklar, kısa sürede tehlikeli fantezilere yol açabiliyor. "Askeri, politik ve istihbarat alanlarında "zihin kontrolü" yapılması örneklenebilir. Niyet masumdu başlangıçta. Zihin kontrolü ile hastalıklar tedavi edilebilirdi. Ancak "soğuk savaş" ve devamındaki yıllarda masumiyet yitirildi. Sonuç dramatik.

Konu zihin olunca, psikoloji ve psikiyatri ivme vermiş. Hemen ardından parapsikoloji, dinsel motifli uygulamalar, medyumluk, duru görü, 6. his, 7. his, 8. his (17'ye kadar gidiyor ), uyuşturucular, vücuda elektronik implantlar takılması, enerjinin tahrip amacıyla hedeflere yöneltilmesi, radyasyon, duyu azaltılması, hipnoz, propaganda teknikleri, beyin yıkama vb. kavramlar virüs gibi yayılmış gizli merkezlerde. Alt başlıklar böyle olunca, derinliği ve çapı bilinmeyen bir alana milyonlarca dolar, yüzlerce proje ayrılmasının sonuçları pek iyi olmamış. Bugün hangi tehlikeyle karşı karşıya insanlık?" derseniz eğer...

Beatiful Mind!..

İlk bilgilerin izi 20. yüzyılın ilk çeyreğine, SSCB'de, Prof. Vassiliyev'in l930'larda yaptığı araştırmalara kadar sürülebiliyor. Onun ulaştığı bilgiler, "Zihin Telkini Tecrübeleri" adı altında l962 yılında yayınlandı. Vassiliyev, çalışmalarını, telepati yoluyla düşüncelerin beyinler arasındaki nakline yöneltmişti. Vassiliyev, ruhen hasta olan İvanovna ve Fedorova isminde iki denek üzerinde çalışmaya başlar. Deneklere beyin dalgaları, cilt direnci ve diğer biyolojik fonksiyonlarını ölçecek aletler bağlayıp, telkinle hipnoza sokar. Önceleri ayrı ayrı odalarda, sonra da uzak mesafelerde transa giren deneklerin düşünce yoluyla birbirlerine gönderdikleri mesajlar kaydedilir.

İki kadının kurşun levhalardan bile geçen telepatik zihin dalgalarını izleyen Vassilyev, ruhi olayları mekanik görüşe bağlayamayınca endişelenir. Çünkü tanrıyı reddeden rejim açısından geçerli bir açıklama yapma olanağı yoktur. Önceleri deneklerin trans halini şartlı refleks olarak değerlendiren Vassiliyev, değişik insanlarla deneyi tekrarlar. Sonuç aynıdır. Tüm deneklerde önce şuur kaybı olur, sonra transa girerler. Denekler arasındaki uzaklığı 1.500 kilometreye kadar çıkaran Vassiliyev, neticenin değişmediğini görür. Telepatik iletişim sürmektedir.

Vassilyev uyuşturucu ilaçlarla da deney yapar. Meskalin verdiği bir kızdan, sekiz kutunun içine yerleştirdiği pamuklara sarılı cisimleri tanımlamasını ister. Denek, üzerinde Moskova Merkez Postanesi'nin bulunduğu resimli pulu; "Bu koca taştan binayı kutu içine nasıl soktunuz" olarak tanımlar.

Sovyetler işe koyuluyor!

SSCB'de, 1970 başlarında 20'den fazla laboratuar kurulur. Sovyet Bilimler Akademisi sayısız deney gerçekleştirir. Parapsikolog Naumov'un o tarihlerdeki açıklamaları, masum bir bilim adamının görüşlerini yansıtıyor gibidir;

"Biz, insanda şuur dışı gerçekleşen bir haberleşme sistemini bulmak üzereyiz. Bir insan, normal şuuru dışında başka bir insanı etkileyebilir mi? Bu telesomatik akımların yayılmasına neden olan şartlar neler? Bu telesomatik akımlar belirsiz bir boyutun bilinmezliği içindedir. İşte bu bilinmeyen enerji üzerinde yapılacak çalışmalar beşeri münasebetleri mükemmel bir ahenk içine sokabilir."

Bu iyi niyetli açıklamalar, gün gelecek dünyanın en güçlü ülkeleri arasında keskin rekabet yaratacak; milyonlarca dolarlık bütçeleri tüketecek, gizli belgelerin sayısı milyonları, gizli operasyonların sayısı da yüzleri aşacaktır. Asıl trajik ve korkutucu olan ise bu "bilim dalında" ortaya çıkacak buluşlar ve dehşetengiz uygulamalar olacaktır bundan böyle. Bir zamanlar "çiçeği burnunda" bir bilim dalı olarak kabul gören parapsikoloji artık askeri ve istihbari alanda kullanılmaya başlayacaktır. Zihnin okunması ve kontrolü çağı başlamıştır artık...

Hijyenik fikirler: Beyin yıkama...

Haber alma örgütleri tarafından uygulanan beyin yıkama yöntemleri, bir çeşit "zorunlu hipnotik trans. CIA tarafından yayınlanan gizli bir raporda, soğuk savaş döneminde KGB'nin beyin yıkama ve insan eğitme yöntemleri incelenmiş. Yani insanlardaki savunma sistemi nasıl yıkılır, yeni model insan nasıl yaratılır.

Beyin yıkama yöntemleri, SSCB'de rejim muhaliflerine uygulandığı gibi, rejimle tam bir uyum içerisinde, birer robot gibi çalışabilmeleri için gönüllülere de uygulanmış. Böylece, rejimin istediği insan tipini yaratmak; insanları, gerektiğinde bir terörist, bir sabotajcı gibi eğitmek amaçlanmış.

CIA eski başkanlarından Richard Helms; Watergate soruşturmasında Warren Komisyonu'na şu açıklamayı yapıyordu; "Yapılan araştırma göstermiştir ki, SSCB kendi sisteminin isteklerine uygun politik görüşe bağlı olacak, halkının davranışlarını düzenleyebilecek bir kontrol teknolojisi geliştirmeye çalışmaktadır. Bundan böyle aynı teknoloji, bilgiler kodlanarak insan hedeflerine yöneltilebilecektir. Ve bu, insan zihinleri harbi olacaktır."

CIA raporlarında, ABD'deki yeni tip bir casusluk şebekesinden de söz edilir. Buna göre; hipnoz, telapati, düşünce okuma ve düşünce nakli gibi özel yeteneklere sahip ajanlar, Amerikan halkının şuuraltını etkileyerek, düşüncelerini KGB'nin programı çerçevesinde değiştirmeye çalışıyor. Ajanlar, çeşitli dini ve mistik topluluklara nüfuz ederek, bunları, konsantrasyon ve imajinasyon çalışmaları ile etkilemek istiyorlar.

Aynı raporlarda; Sibirya'da, beton sığınaklar içinde oluşturulan nükleer infilak etkisinin, bir grup yetenekli psjiko-süje tarafından, istenilen hedeflere zihinsel olarak nakledildiğinden söz ediliyor. Raporda, Sovyetler'in laboratuvarda ürettikleri bakteri türlerini kullanarak, psişik süje yardımı ile ve zihin yoluyla çok uzaklarda hastalık çıkarabildikleri anlatılıyor. İnanılmaz gibi, ama bu işlemler için askeri hedefin fotoğrafını kullanmak yeterli olmakta. Öyle ki, 1963 yılında kaybolan ABD Nükleer Denizaltısı Tehresher'in, bu yolla batırıldığı dahi söyleniyor.

Demirperde ülkelerinden Bugaristan, daha 1960Prof. Dr. Lozanov başkanlığında oluşturduğu "Telkinbilim ve Parapsikoloji" kurumunda; zihin kontrolü, zihinsel şifa, retina ötesi görme, süratli öğrenme (saggestoloji ) çalışmaları başlatır. Çekoslavakya'da ise, psikotronik adı altında yapılan bilimsel çalışmalar; telepati, telegnosis ve psikoknesis üzerinde yoğunlaşır. Çekler işi o kadar ciddi tutarlar ki, Çek Bilimler Akademisi çalışmaları destekler, Charles Üniversitesi Nörofizyoloji Bölümü deneylere yardımcı olur. Günümüzde bu tür kurumların en ünlüsü, ABD'de, direkt Beyaz Saray'a hizmet veren "Zihin Araştırmaları Merkezi"dir.

Ezoterik bilgilerden parapsikolojiye

Tibet Budizmi, Zen Budizmi, Sufizm ve Yoga gibi öğretilerin içerikleri, Batı da tam anlamıyla bilinmiyor. Bugün, zihnimizin normal çalışmasının dışında, sezgiye dayanan bilince sahip olduğumuz kabul ediliyor ve insanın akıl ile sezgiye dayanan kabiliyetleri arasındaki fark inceleniyor. Dini ve mistik batıni sistemlerdeki meditasyon ve vecd ise batıda yeterince bilinmiyor.

Bugün modern bilimin ortaya koyduğu madde ve enerji kanunları, medeniyetimizi oluşturuyor. Ancak bu kanunlar yalnızca maddeye ilişkin ve canlıların duyumlar dışı yeteneklerine cevap bulamıyor. Bu nedenle, bir grup bilim insanı metafizik ve mistik öğretilerden yola çıkarak, dünya yaşantısının bir hayalden ibaret, bir rüya hali olduğundan yola çıkarak sezgileri inceliyor.

Yeni bir bilim dalı olarak kabul edilen ve giderek gelişen Parapsikoloji, eskinin batıni öğretileri ve bilgilerini, modern-teknolojik cihaz ve vasıtalarla inceliyor. Londra Üniversitesi King's College Matematik Profesörü John G. Taylor, The Shape of Minds to Come (Zihnin Gelecekteki Şekli ) adlı kitabında şöyle diyor;
"Zihin ihtilalinin yarı yolunda bulunduğumuz anlaşılıyor. Daha parlak gelişmeler olacak. Zihnin yeni anlayışı; insanın hislerini, hareket tarzlarını yahut zekasını kontrolde güçlü metotlar meydana getirdi. Biz şimdi birçok zihin halini, hemen hemen bütünüyle, fiziki vasıtalarla kontrol edebiliyoruz."

Parapsikoloji terimi ilk kez 1880 yıllarında Dessouir tarafından kullanılmış. Normal yaşantımızda karşılaştığımız, ancak mevcut müspet bilgilerimizle açıklanamayan ruhi olayları tanımlayan bir terim. Parapsikoloji bugün; beş duyumuzun dışında, bazı olayları sezebilmek, etkileyebilmek ve geleceğe, geçmişe ait bazı şeyleri anlamaya yardımcı olan bir bilim dalı haline gelmiş bulunuyor.

Parapsikoloji'nin, ABD ve dünyada yayılmasındaki en etkin isimlerden birisi olan Dr. J.B.; bir insanın duyumlarını kullanmadan, dış dünyadan ve diğer insanların zihinlerinden bilgiler alabileceğine inanıyordu. Yani "Duyumlar Dışı Algılama".

CIA devreye giriyor

New York Times Gazetesi'nin l6 Temmuz l977 tarihli sayısında şöyle bir haber yayınlandı; "ABD, insanlığı esir edebilecek görünmez silahlar geliştiriyor." Bir yıl sonra, Arizonalı gazeteci Walter Boward, "Operation Mind Control" (Zihin Kontrol Harekatı ) adıyla yayınladığı kitabında ciddi suçlamalarda bulunuyordu;

"CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler, ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik mikrodalgalar ve alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi, davranış değişiklikleri terapisidir.

CIA, psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başarmıştır. Bu yöntemlerle, yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu savaşın görünmez muharebe sahası insan zihnidir. Parapsikoloji silahları devletler vatandaşlarını kendi ideolojik ve politik sistemleri içinde tutmak için veya diğer ülke insanlarının zihinlerini etkileyerek değiştirmek ve kendi gayelerine uygun yönlendirmek amacıyla kullanacaklardır."
En hayret edilecek konunun, milli güvenlik etiketi altında zihin kontrolünün araştırılması olduğunu vurgulayan Boward, kitabında zihin kontrolü için uygulanan "MKUTRA Projesi"ne de değiniyor;

"Senato istihbarat komitesine; Amiral Turner, 'CIA uyuşturucu ilaç deneylerini durdurdu' demiştir. Sorulmadı ve kendisi de zihin kontrol projelerinden bahsetmedi. Amiral Turner, zihin kontrol harekatının durdurulduğunu söylemedi, yalnızca deneyler durduruldu" dedi.

Günümüzde insanların zihnine çeşitli araçlarla (gazete, kitap, radyo, internet ve televizyon ) ulaşma imkanı sınırsız ve kontrolsüz bir halde. İnsan denilen biyolojik varlık, çok kolay programlanabilmekte. Okült (batıni, gizli ) bir bilgi olan tekno-maji'nin (teknik büyü ) sırları da son 300 yıl içinde insanlar tarafından çözülmüş durumda. Bu bilgi yığını korkunç silahları da beraberinde getirdi.

Teknokrat, bilim adamı ve askerlerden oluşan bir grup, bu güçlerin kontrolünü şimdi elinde bulundurmakta. Son 25 yıl, parapsikoloji ve psikotronik gibi adlar altında psikomaji'nin (ruhsal büyü ) uygulama alanına konulduğu yıllar oldu. Hedef insan zihinlerini kontroldür. Geleceğin insanının-hatta günümüzün-kaderini; psikologlar, psikiyatristler, nörologlar, nörobiyologlar, biyokimyacılar, kuantum fizikçileri çiziyor."

Blue Bird!

CİA; Sovyet, Çin ve Kuzey Kore'nin zihin üzerindeki çalışmalarına karşı ilk programı 1950'de "Blue Bird" (Mavi Kuş ) adıyla hayata geçirdi. Sonraki her gelişme Mavi Kuş'un kanatları altında serpildi. Bugün ilgilenenlerin elinde, CIA'in 1953'te Güvenlik Bürosu, 1962'ye değin Teknik Servisler Kadrosu eliyle yürüttüğü kirli projelere ilişkin 215 bin sayfa doküman var. Ancak bunların tamamı, işin finansal yönüne ilişkin ipuçlarından ibaret. Öze ilişkin kayıtların miktar ve içeriği bilinmiyor, nedeni bu döneme ait tüm belgelerin imha edilmiş olması. Yine de işin içinde yalnızca CİA'nin değil; ABD Savunma Bakanlığı, askeri kurumlar, Avrupa'daki bir çok bilimsel kuruluş ve özel laboratuvarların da bulunduğu anlaşılıyor bu dokümanlardan.

CIA'in başlangıç çalışmaları parlak sonuçlar verdi. İnsan davranışlarını ve dengesini kimyasal yöntemlerle zayıflatmayı amaçlayan bir ekip, "Scopaline, Barbiturates, Peyote, Mariyuhana ve Mescaline" türü maddeleri kullanarak "gerçek serumu" üretmeyi planladılar. Ekip bununla da kalmayıp, "Beyinlerarası Radyo-Hipnotik Kontrol" projesinin ilk adımlarını da attı. İnsanların içine, onları kontrol edecek küçük alıcıların yerleştirilmesi idi projenin görünmez yüzü. Ve zamanla insanların kobay olarak kullanıldığı projelerin efsaneye dönüşecek isimleri ardı ardına belirginleşmeye başladı; MKULTRA, MKSEARCH, MKACTION ve ARTICHOKE.

MKULTRA...

Sayılan projelerden MKULTRA'nın ne olduğunu bilmek, bu konuda neden korku duyulması gerektiğini yeteri kadar açıklıyor. MKULTRA'da yalnızca uyuşturucular üzerinde çalışılmıyor. Duyumda azaltma, dini cemaatler, mikrodalga deneyleri, psikolojik şartlanma, psiko-cerrahi, beyin nakli gibi pek çok araştırma yapılıyor proje kapsamında.

MKULTRA'da tamamı gizli bütçelerden finanse edilen 180'in üzerinde alt proje bulunuyor. Ana proje çatısı altında kimyasal, biyolojik ve radyolojik maddelerin insan hareketlerini kontrol etme amaçlı ve gizli operasyonlarda kullanılmasına yönelik bir seri araştırma yapılıyor. Kâğıt üzerinde 1964'te sona eren projenin 1970'lere kadar sürdürüldüğü biliniyor. Tüm belgelerin 1973'te yok edilmesi nedeniyle projenin tamamı soruşturma ve kovuşturmalardan sıyrılmayı başardı.

"Duyu Ötesi Algılama"; insanın gelecek, geçmiş veya şimdiki zaman hakkında, bilinen beş duyuyu "kullanmaksızın" bilgi edinebilmesine deniyor. Yani "6.his"ten başlayarak! 1970'lere kadar parapsikolojik bir altyapı mevcutsa da, bu tarihten sonra "psişik" çalışmalar çok daha kalibreli, geniş ve tehlikeli bir boyuta tırmanıyor.

Örneğin, ölülerden istihbarat temini için medyumlardan faydalanıldığı, bunlara bütçe ayrıldığı biliniyor. Bunlar ABD'de olanlar. Ya Sovyetler?

1975 yılına gelindiğinde, Sovyetlerin bu alandaki faaliyetlerinin gideri 300 milyon Ruble'yi aşmıştı. Bu rakam tek başına işin ciddiyetini gösteriyordu. Ancak ABD için buradaki problem farklıydı. CIA istihbarat alamıyordu ve kongreyi bu alana yatırım yapmaya ikna edebilecek delillerden yoksundu. Yine de konuyu NSA'ye taşıyarak gerekli desteği aldı.

1971'de "duru görü" üzerine çalışmalara başlandı. Bio-insanın klasik 5 fiziksel duyusunun dışındaki bilgiyi organize edebilmek için ek algılayıcılara sahip olup olmadığı araştırılıyordu ve bu başarıldı. Uzmanlara göre, insanın tam 17 tane farklı duyusu vardı ve projeler, deneyler ardı ardına hayata geçiriliyordu.

Bugün için söylenecek çok fazla şey yok ne yazık ki. Yöntem ve pratiğin daha sarsıcı hale gelmesinin, ya da uygulama alanının daha tehlikeli çapa erişmesinin kaygıları artırmaktan başka bir önemi yok. Çünkü ilkel haliyle de olsa, bir grubu ya da bir ülkedeki tüm insanları topyekûn etkileyebilecek de olsa "zihin kontrolü" lanetli bir iş. "Uluslararası Af Örgütü" de tam olarak bunu söylüyor zaten:

"Bireyin kendi zihin kontrolünü sağlama yetisine zarar verilmesini, düşünce kontrolü ve beyin yıkama bahsinde yer alan bir ahlaki suç olarak ele alıyoruz. Zira bir insanın zihni yetilerini bozmayı ya da yok etmeyi hedefleyen herhangi bir sorgulama ve uygulama prosedürü, yaygın olarak kabul edilen fiziksel işkence sınıflandırmaları kadar insanlık dışıdır."
DEVAMINI OKU..

KUANTUM DÜŞÜNCE VE AKIL

Kuantum Anlayışında Yaşam Görüşü
Kuantum dünyası, bilinen sabit gerçeklerden çok bilinebilecek bütün gerçeklikler olasılıklarını içerir ve dalga/parçacık ne kadar gözlense de süptil hale girerek elden kayıp gider.

Sayısız olasılıkların içinden biri, bir aşamada kendini dünya yaşamında sabitleştirip gerçek şeyler olarak yaşama girmektedir. İnsan yaşamında bir anda, eş zamanlı ve her yönde olmak üzere olasılıklar yığını vardır. Seçilecek yörüngeler, etkenler dizisi altında yapılır ama bu bile sanal bir geçiştir denilebilir. Seçimin tersi bir durum her an olabilir.

İnsan yaşamını, yaşama bakış açısının değişimiyle, an içinde yani sürekli şimdide durmadan oluşturur. Elektronu niteleyen parçacık açısından değerlendirildiğinde yaşam, kaba, sert ve daha maddi; dalga açısından değerlendirildiğinde daha süptil, akışkan ve ruhsal hale dönüşür. Ve bu dönüşüm bizim günlük yaşamdaki gerçekliğimizi oluşturur.

Her varlığın "gerçekliği" içinde bulunduğu realite ile tanımlanır. Yani bir şeyin varlığıyla, onun ortamının tamamı arasındaki bağlılık, "anlamlılık" olarak adlandırılabilir.

Dünyada tüm olup bitenler, esneklik ve uyum yeteneğinin arttırılmasına yöneliktir. Çünkü dünya insanlığının fizik evrenlerle olan ilişkilerinde meydana gelecek değişik yapıdaki tesirlere sabrını arttırması gerekir. Bu içinde bulunulan tekamülün gereğidir ve anlamı, kozmikleşme sürecidir.
Araştırmalar sonucu, elektronun sadece kendi dalga paketindeki bilgi ve anlama duyarlı olmadığı; aynı zamanda, durum içinde görülmeyen elektron hareketlerine, şuurlu niyetlere de tepki verdiği gözlemlenmiştir. Bunun anlamı ise, elektronda elemental şuur farkındalığı olduğudur. Belirsizlik İlkesinin ortaya koyduğu bu olasılık gerçek yerini bulduğunda yeni bir fizik anlayışının, insanın dünya ile olan ilişkilerinde değiştirici ve yenileştirici bir rol oynayacağı söylenebilir. Anlayış motivasyonlu bir insanın 21. yüzyıldaki ihtiyaç ve bilgisi değişik yeni insanın ortaya çıkmasında katkısı olacaktır denebilir.

Belirsizlik İlkesi sisteminin sürekli değişim içinde bulunmasından ötürü, varlık benliğinin bütünleşmesi de değişim içindedir. Bununla beraber varlıktaki dikkat mekanizması benliğin bir tarafına daha çok enerji göndermekle tutarlı konumda olur. Fakat yine de varlığın içinde bulunduğu negatif haller, geçici de olsa alt benliklerin devreye girmesi sonucudur.

Kuantum kuramında benlik sabit değildir. İçsel ve dışsal olarak değişir, akışkan ve belirsizdir. Kuantum benlik, alt benliklerin, yeni deneyimlerle gelen girdilerin bileşimidir. Duyular dünyasında sebep-sonuç birbirine bağlı doğrusal olarak açıklanmıştır. Kuantum kuramında ise sebep-sonuç kaotik çalışır görünümündedir. Düşünceyi moleküle çeviren bir dönüşüm söz konusu olmalıdır. Düşünce ile beden arasındaki uyumu sağlayan atom altı dönüşüm noktası neresidir? Şuurun bedenle iletişimi bir bütün halinde olduğuna göre moleküle dönüştüğü bağlantı noktaları her yerdedir. Bu durum sadece sinir sisteminde bir uyarandır. Yani atom altı dönüşüm alanında, sinir sistemindeki 15 trilyon hücrenin tümü, An'da, tam ve kesin olarak koordine edilmektedir.

Dönüşüm noktasında neyin olup bittiği bilinmemektedir. Bu dönüşüm noktasında mucizevi veya dünyevi yönde bir sonuç ve bir tür psikokinezi meydana getirilebilir. Dalga-parçacık ilişkilerini yönlendiren varlıklar olarak bizim pozitif düşünme gücümüzü, eyleme çevirerek, bu etkileşim ve dönüşümü geniş ve üst boyutlara taşımamız mümkündür.
Bırakılan yanlış alışkanlıkların, kazanılan erdemli davranışların varlık, atom altı parçacık hatta kozmos üzerindeki olumlu etkisinin kuantum teorisindeki yanıtı tüm evrene katkıda bulunmaktır. Sürekli pozitif ve yüksek titreşimli duygu hali içinde bulunmak önemlidir. Çünkü, bu takdirde hem bilen ve hem de hisseden varlık olabilme durumu meydana gelir. Yani pozitif enerji yaratan olumlu titreşimlerin artması sağlanır.

Dünya insanı şimdilik, sonsuz ve gerçek olanı bir sis perdesi arkasından anlayabilme noktasındadır. İnsanın objektif bakışı elde edebilmesi için, şuurunun özgür ve farkında olması ve kendisini problemin dışındaki bir konumda tutabilmesi önemlidir.

Yeni evren anlayışında yani katılımcı evren anlayışında her an yaratıcı ilişkiler içinde olmak ve insanın şimdiki zamanı yaşayarak, realitesini sürekli yeniden oluşturması derin anlamlar içerir. Sürekli gelişim, değişim ve evrene katılımdan başka bir şey olmadığını anlayan insan kendisini anlarken maddeyi de geliştirdiğini anlayacaktır.

Alıntı
DEVAMINI OKU..

KUANTUM YAŞAM GÖRÜŞÜ

Kuantum Anlayışında Yaşam Görüşü
Kuantum dünyası, bilinen sabit gerçeklerden çok bilinebilecek bütün gerçeklikler olasılıklarını içerir ve dalga/parçacık ne kadar gözlense de süptil hale girerek elden kayıp gider.

Sayısız olasılıkların içinden biri, bir aşamada kendini dünya yaşamında sabitleştirip gerçek şeyler olarak yaşama girmektedir. İnsan yaşamında bir anda, eş zamanlı ve her yönde olmak üzere olasılıklar yığını vardır. Seçilecek yörüngeler, etkenler dizisi altında yapılır ama bu bile sanal bir geçiştir denilebilir. Seçimin tersi bir durum her an olabilir.

İnsan yaşamını, yaşama bakış açısının değişimiyle, an içinde yani sürekli şimdide durmadan oluşturur. Elektronu niteleyen parçacık açısından değerlendirildiğinde yaşam, kaba, sert ve daha maddi; dalga açısından değerlendirildiğinde daha süptil, akışkan ve ruhsal hale dönüşür. Ve bu dönüşüm bizim günlük yaşamdaki gerçekliğimizi oluşturur.

Her varlığın "gerçekliği" içinde bulunduğu realite ile tanımlanır. Yani bir şeyin varlığıyla, onun ortamının tamamı arasındaki bağlılık, "anlamlılık" olarak adlandırılabilir.

Dünyada tüm olup bitenler, esneklik ve uyum yeteneğinin arttırılmasına yöneliktir. Çünkü dünya insanlığının fizik evrenlerle olan ilişkilerinde meydana gelecek değişik yapıdaki tesirlere sabrını arttırması gerekir. Bu içinde bulunulan tekamülün gereğidir ve anlamı, kozmikleşme sürecidir.
Araştırmalar sonucu, elektronun sadece kendi dalga paketindeki bilgi ve anlama duyarlı olmadığı; aynı zamanda, durum içinde görülmeyen elektron hareketlerine, şuurlu niyetlere de tepki verdiği gözlemlenmiştir. Bunun anlamı ise, elektronda elemental şuur farkındalığı olduğudur. Belirsizlik İlkesinin ortaya koyduğu bu olasılık gerçek yerini bulduğunda yeni bir fizik anlayışının, insanın dünya ile olan ilişkilerinde değiştirici ve yenileştirici bir rol oynayacağı söylenebilir. Anlayış motivasyonlu bir insanın 21. yüzyıldaki ihtiyaç ve bilgisi değişik yeni insanın ortaya çıkmasında katkısı olacaktır denebilir.

Belirsizlik İlkesi sisteminin sürekli değişim içinde bulunmasından ötürü, varlık benliğinin bütünleşmesi de değişim içindedir. Bununla beraber varlıktaki dikkat mekanizması benliğin bir tarafına daha çok enerji göndermekle tutarlı konumda olur. Fakat yine de varlığın içinde bulunduğu negatif haller, geçici de olsa alt benliklerin devreye girmesi sonucudur.

Kuantum kuramında benlik sabit değildir. İçsel ve dışsal olarak değişir, akışkan ve belirsizdir. Kuantum benlik, alt benliklerin, yeni deneyimlerle gelen girdilerin bileşimidir. Duyular dünyasında sebep-sonuç birbirine bağlı doğrusal olarak açıklanmıştır. Kuantum kuramında ise sebep-sonuç kaotik çalışır görünümündedir. Düşünceyi moleküle çeviren bir dönüşüm söz konusu olmalıdır. Düşünce ile beden arasındaki uyumu sağlayan atom altı dönüşüm noktası neresidir? Şuurun bedenle iletişimi bir bütün halinde olduğuna göre moleküle dönüştüğü bağlantı noktaları her yerdedir. Bu durum sadece sinir sisteminde bir uyarandır. Yani atom altı dönüşüm alanında, sinir sistemindeki 15 trilyon hücrenin tümü, An'da, tam ve kesin olarak koordine edilmektedir.

Dönüşüm noktasında neyin olup bittiği bilinmemektedir. Bu dönüşüm noktasında mucizevi veya dünyevi yönde bir sonuç ve bir tür psikokinezi meydana getirilebilir. Dalga-parçacık ilişkilerini yönlendiren varlıklar olarak bizim pozitif düşünme gücümüzü, eyleme çevirerek, bu etkileşim ve dönüşümü geniş ve üst boyutlara taşımamız mümkündür.
Bırakılan yanlış alışkanlıkların, kazanılan erdemli davranışların varlık, atom altı parçacık hatta kozmos üzerindeki olumlu etkisinin kuantum teorisindeki yanıtı tüm evrene katkıda bulunmaktır. Sürekli pozitif ve yüksek titreşimli duygu hali içinde bulunmak önemlidir. Çünkü, bu takdirde hem bilen ve hem de hisseden varlık olabilme durumu meydana gelir. Yani pozitif enerji yaratan olumlu titreşimlerin artması sağlanır.

Dünya insanı şimdilik, sonsuz ve gerçek olanı bir sis perdesi arkasından anlayabilme noktasındadır. İnsanın objektif bakışı elde edebilmesi için, şuurunun özgür ve farkında olması ve kendisini problemin dışındaki bir konumda tutabilmesi önemlidir.

Yeni evren anlayışında yani katılımcı evren anlayışında her an yaratıcı ilişkiler içinde olmak ve insanın şimdiki zamanı yaşayarak, realitesini sürekli yeniden oluşturması derin anlamlar içerir. Sürekli gelişim, değişim ve evrene katılımdan başka bir şey olmadığını anlayan insan kendisini anlarken maddeyi de geliştirdiğini anlayacaktır.

Alıntı
DEVAMINI OKU..

KUANTUM VE MİSTİZM

Mistisizm, içe dönük çalışma yöntemleri ile beyinsel işlevlerin daha iyi kullanılmasını sağlamaktadır. Zekâ, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip bütünleştiren bir yetenektir. İnsanın temel bilgi edinme yolu, duyuları vasıtasıyla, gerçekliği algılaması ve gerçekliğin algılayabildiği bölümünü, zihninde sınıflandırmasıdır. Bu nedenle de insanın bilgi edinme kapasitesi, algılama gücüyle orantılıdır. İnsanın çevresiyle ve tüm evrenle ilişkisi, enerji alışverişiyle gerçekleşir. Bu sebeple, önce madde-enerji dönüşüm ve iletim sistemini incelemekte fayda bulunmaktadır:


Kuantum seviyesinde madde ve enerji:Madde ve enerji, bir madalyonun iki yüzü gibidir ve kuantum seviyesinde bakıldığında, maddenin temel yapı taşını oluşturan atom altı parçacıkların, sürekli olarak spinli hareket ettiği, bu hareketinse, enerji gibi dalgasal görünüm verdiği görülür. Daha doğrusu, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin aynı anda tam konumları belirlenemez ve bu hareket, dalgasal bir görünüm arz eder. Evrendeki toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı, aynı zamanda kütleye eşittir; çünkü kütle çekimi gücü, bizatihi negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye; enerji de maddeye dönüşebildiğinden, aynı zamanda, pozitif enerji, negatif enerjiye; negatif enerji de, pozitif enerjiye dönüşebilmektedir. Kütle, negatif enerjinin başlıca kaynağıdır. Kütle büyüdükçe, nesnenin yayınladığı negatif enerji miktarı da büyür. Diğer yandan, pozitif enerji de, her gerçek parçacıkla; daha doğrusu onun işgal ettiği uzay-zaman alanı ile sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur.

Bir gerçek parçacığın, pozitif enerji taşıyan parçacık ile bu suretle etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayınlarken ve bu arada bir uzay-zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay-zaman alanına giderken, yayınladıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay-zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler. Ancak, gerçek parçacıklar aynı zamanda (durgun halde dahi) kütleli olduğundan, sürekli olarak negatif enerji taşıyan parçacıkları da yayınlamaktadır.

Görüldüğü gibi, kuantum seviyesinde bakıldığında, evrende bulunan her çeşit enerji, sezilgen parçacıklar vasıtasıyla taşınmaktadır. Örneğin, ışık ışınını taşıyan parçacığa “foton” denir. Ses enerjisini taşıyan parçacığa ise “fonon” adı verilmiştir. Kütle çekim gücünü taşıyan parçacığın ismi ise “graviton”dur. Evrende bulunan her şey, işte bu şekilde birbirine dönüşebilen atom altı parçacıklar ve enerjiden oluşmuştur. İnsan vücudu, hücreleri, genleri de aynı şekilde, bu atom altı parçacıklar, enerji paketleri ile bunlar arasında sürekli olarak enerji taşıyan sezilgen parçacıklardan oluşmuştur. Bir elektron mikroskobu ile bakıldığında, evrendeki her şey gibi, insan vücudunun da, sürekli hareket ve değişim halinde olan parçacıklar ve enerji yığınından ibaret olduğu anlaşılacaktır.

İşte bu sezilgen parçacıklar, taşıdıkları paketin içerdiği tüm bilgiyi de beraberinde bulundurur. Her atom altı parçacık, sürekli olarak, bir miktar pozitif enerji alıp, bunun bir miktarını soğurup, bir miktarını ise yeniden saldığından, yeni salınan enerji parçacığı, kendisini salan atom altı parçacığın bilgi ve özelliklerini de barındırmaktadır. Dolayısıyla atom altı parçacıklar arasındaki enerji alışverişi, aynı zamanda bilgi alışverişidir. Enerjiyi soğuran parçacık, bunun içerdiği bilgiyi de soğurmaktadır.
Ham bilginin beyin hücrelerine depolanması:İnsanın çevresiyle ilişkisi de bu yöntemle sağlanır. Enerji parçacıkları, insan vücudundaki atom altı parçacıklar tarafından soğrulduğunda, taşıdıkları bilgi, sinir sistemi vasıtasıyla beyin hücrelerine taşınır ve burada depolanır. Buraya kadar, insanla diğer canlılar, hatta diğer varlıklar arasında (bilginin beyne taşınıp depolanması dışında) fazla bir fark yoktur.

Çünkü tüm atom altı parçacıklar arasında, enerji alışverişi suretiyle sürekli bir bilgi aktarımı mevcuttur. İnsanın diğerlerinden farkı, beyin hücrelerine depolanan bu bilgiyi, sınıflandırabilmesinde, kullanabilmesinde, bununla çevreyi tanımasında, evrensel gelişimi yöneten bilimsel yasaları tespit edebilmesinde, bunları kullanarak, evrensel gelişime müdahil olabilmesindedir. Burada önemli olan, depolanan bilginin, bilinçli olarak kullanımıdır. Bilinçli kullanım için, bilgi kaydının da bilinçli olarak yapılması gerekmektedir. Ya da, bilinçli depolanmış olmasa da, bu bilgiye bilinçli olarak ulaşabilmenin yolunu bulmak şarttır.
Her enerji paketi, ilişkili olduğu atom altı parçacıkla ilgili veya doğrudan kendisine ait bilgiyi de içermekte olup, bu bilginin depolanması, bu paketi soğuran atom altı parçacıkla, bu parçacıklar arasında iletişim sağlayan enerji forumunun frekansına bağlıdır. Frekans düşük ise atom altı parçacıklar arasında bilginin taşınması mümkün olmayacak, her parçacık, sadece, soğurduğu enerji paketinin kaba bilgisine sahip olabilecektir.

Ancak bu parçacıklar sistemli bir şekilde bir araya gelmiş ve bunlar arsında bilgiyi taşıyan yüksek frekanslı bir enerji formuyla bütünleşmiş ise birbirlerine bilgi aktarımı da mümkün olabilecek, üstelik aktarılan bilginin, bir parçacıklar grubuna depolanması imkânı ortaya çıkacaktır. İnsan yaşamı, bedenin hareket etmesini, gelişmesini, yenilenmesini sağlayan yüksek frekanslı enerjiden ibarettir. Özü itibariyle canlı cansız her cisim, atom altı parçacıklarla bunlar arasında sürekli olarak taşınan enerji paketlerinden müteşekkildir. Ancak canlılara ayırt edici vasfı sağlayan, bunların terkibindeki enerjinin yüksek frekanslı olmasıdır. Hayvanlar da bir yaşamsal enerji formuna sahiptir ancak frekansı düşüktür. Böyle olduğu için, hayvanlar da bilgi depolayabilir ama yaşamsal enerji formu düşük frekanslı olduğu için, depolayabildikleri bilgi sınırlıdır. Keza bu bilgiyi kullanma imkânı da sınırlıdır, çünkü yaşamsal enerji formu, sınırsız bilgi aktarımına müsait değildir.

Söylenenleri örnekleyelim: Herhangi bir cisme ulaşan ışık ışını (bunu taşıyan foton), cismin atom altı parçacıkları tarafından soğrulup, yeniden salındığında, o cismin parçacıklarının özelliklerini taşımaya başlar. O foton, insan gözüne ulaştığında, taşıdığı bilgi, sinir ağı aracılığıyla ve elbette enerji aktarımı yoluyla, beyin hücrelerine iletilir. Beyin hücrelerinde bu bilgi depolanır. Bu sayede, yani o cismin bilgisini taşıyan fotonun bu bilgiyi aktarması sonucunda, hem o cismi, rengini, şeklini büyüklüğünü görürüz, hem de bu bilgi, beyin hücrelerine depolanır. Aynı şekilde, fononla taşınan enerji de, taşıdığı bilgiyi, kulak hücrelerine iletir ve sinir sistemi aracılığıyla bu bilgi, beyne aktarılır. Bu sayede hem o sesi duyarız, hem de bu bilgi de beyin hücrelerine depolanır. İşte insanın çevresiyle bağlantısı, tam olarak bu şekilde bir enerji aktarımı ve bunu sağlayan sezilgen parçacıklar vasıtasıyla gerçekleşir.

İlk olarak, duyu organlarınca atom altı parçacıkları vasıtasıyla alınan bu bilgiyi, beyne aktaran ve orada depolanmasını sağlayan, yaşamsal enerji formudur. Bilimsel olarak söylemek gerekirse bu, “biyoelektirk enerji”dir. Evrende ve insanın çevresinde o kadar çok foton, fonon, graviton ve daha enerji taşıyan sezilgen parçacık mevcuttur ki, duyu organlarımızın atom altı parçacıkları, sürekli olarak bunlarla temas ve dolayısıyla, sürekli olarak, bunların taşıdığı kodların aktarım ve iletimi ile meşguldür. Vücut öyle bir programla çalışmaktadır ki, bu suretle alınan bilgi, sürekli olarak beyne depolanmaktadır. Ancak depolanan bilginin tasnifi ve insan tarafından kullanılması, bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki enerji akışının düzenlenmesi suretiyle gerçekleşir. Bir başka deyişle, sürekli olarak enerji (ve dolayısıyla bilgi) alışverişi içinde olan vücut, sinir sistemi ve yaşamsal enerji formu aracılığıyla, aldığı bilgiyi sürekli olarak beyin hücrelerine depolamaktadır ama bunların tasnifi, ancak, enerji alkışının kontrol edilmesi sayesinde mümkündür. Eğer insan, beyin hücrelerine depoladığı bilgiye ulaşmak, depoladığı bilgiyi, diğerleriyle ilişkilendirmek, bunu kullanarak tanımlar yapmak, bilgi grupları oluşturmak istiyorsa, hücre grupları arasındaki aktarımı sağlayan yaşamsal enerji formunu yönlendirmek zorundadır.

Bilinç ve bilinçaltı:İşte bilinç ile bilinçaltı arasındaki ilişki bu noktada yatmaktadır. Enerji ve buna bağlı bilgi aktarımı, sürekli olarak mevcuttur ve alınan bilgi, sürekli olarak beyin hücrelerine depolanmaktadır ama insan çoğu zaman, bu işleyişin farkında değildir. Bilinç, iki şekilde devreye girer: Birincisi olan bilinçli bilgi depolama işleminde irade mevcuttur, yani insan, bilgiyi sakladığını bilir, yaşamsal enerji formunu, bu bilgiyi istediği zaman geri çağırabilecek şekilde yönlendirir. İkincisi ise farkında olmadan depolanmış bilgiye ulaşmanın yollarını öğrenir, enerji formunu, bu bilgiyi çağıracak şekilde yönlendirir. Bu iki durumda, bilinçten söz etmek mümkündür. Enerji formunun irade dışındaki çalışmasıyla bilgi depolama ve bilginin yine irade dışında, vücudun otomatik çalışma sistemi içinde etkili olması ise zihnin, bilinçaltı olarak isimlendirdiğimiz durumudur.

Doğal olarak, insanın algılama gücü, yaşamsal enerji forumunun frekansının, çevresindeki enerji paketlerinin frekansı ile çakıştığı ölçüde yükselir. İnsan, algılayabildiği frekansın üstünde ve altında frekansa sahip enerji paketlerini ve bunların taşıdığı bilgiyi soğuramaz. Örneğin, mor üzerindeki ya da kırmızı altındaki frekansa sahip enerji paketlerini algılayamaz ve dolayısıyla göremez. Ancak bu frekanstaki enerjiyi soğurup, kendi algılayabildiği frekansa tahvil edebilen mekanizmaları gerçekleştirebildiği ölçüde, bunlarla taşınan bilgiye de sahip olabilecektir. Bunun yerine, yaşamsal enerji formunun, buna beyin enerjisinin de diyebiliriz, dalga boyunu ve dolayısıyla frekansını değiştirmeyi öğrenebilen insan, daha önce algılayamadığı enerji paketlerini algılayabilir, bunlarla taşınan bilgiyi depolayabilir. Evrende her şey iç içe ve birbiriyle bağlantılı olduğu için, işleyiş ve gelişme yasaları da onu teşkil eden tanecik ve enerji paketlerinden elde edilebilir.
Keşfetmek, önceden depolanmış bir bilgiyi gerektirir. Elbette keşif realiteye ilişkindir. Ancak öncelikle realitenin, insan tarafından algılanmış, onu temsil eden bilginin de beyin hücrelerine depolanmış olması gerekmektedir. Keşif, işe depolanan bu bilginin bilinçli kullanımı ile olguların yeni bir dizilimi, bilginin yeni bir gruplandırmasıdır. Böyle olduğu için keşif, bilinçli bir insani faaliyettir. İnsanın, farkına varmadan depoladığı bilgiye ulaşması da keşiftir. Bütün bu faaliyet, özünde, maddi bedenin, enerji formunu yönlendirme yeteneğine bağlıdır. Özetlersek, maddi bedenin, enerji formunu kontrol ederek depoladığı bilgi, bilinçli olarak edinilmiş bilgidir. Bu kontrol ve yönlendirme dışında depolanan bilgi ise bilinçaltı edinilmiş bilgidir. Bilinçaltı depolanan bilgi, bunlara erişmenin, yani bunları keşfetmenin yolu bilinmiyorsa, ancak, vücudun otomatik fonksiyonları itibariyle ve otomatikman kullanılabilir ki bu da bilinçaltının hayata geçmesinin yoludur. Buna karşılık bilinçaltı depolanmış olsa da, enerji formunu bu bilgiye ulaşacak şekilde yönlendirme, bilinçli bir keşif yoludur.

O halde, “insan, ancak keşfedebildikleri kadarını bilir” önermesi, doğrudur. Çünkü burada bilmekle kastedilen, bilgiyi bilinçli kullanma, tasnif etme, kavramları oluşturmadır. Görüldüğü gibi, ham bilginin insan beynine depolanması başka bir şeydir, bunun işlenmesi, bilince çıkartılması, tasnifi ve kullanılması başka şey. Bu sebeple keşfetme, son tahlilde, her zaman içe dönük bir faaliyettir: Bilinçsizce depolanmış ham bilginin işlenmesi, bir keşfetme yöntemidir. Bilginin bilinçli bir şekilde depolandıktan sonra işlenmesi de bir keşfetme yöntemidir. O halde, keşfetme, algılanan dış dünyaya ilişkin ham bilginin beyne depolanmasından sonra başlayan süreçtir. Bu anlamıyla keşfetme, bir bilgi edinme yöntemidir.

Bilgi edinme, beyin hücrelerine depolanmış ham bilginin işlenmesi yöntemi olunca, bu faaliyetin içe dönük olması zarureti ortaya çıkar. Biyoelektrik enerjinin, bilgiyi taşıyan beyin hücre grupları arasındaki hareketini kontrol etmek, yönlendirmek, yönetmek, en ciddi bilgi edinme yöntemlerinden birisidir. Bu yönetim sayesinde insan, depolanmış ham bilgiyi işleyebilir, tasnif edebilir, kavramlaştırabilir, somutu soyutlaştırabilir. Bunların tümü, doğru düşünme, düşünceyi yönetme yöntemleri ile elde edilebilecek sonuçlardır. Ancak ne olursa olsun, düşünceyi yönetme yöntemleri, içe dönük, beyin hücreleri arasındaki aktarımı sağlamaya yönelik yöntemlerdir. Elbette, bilgilenme sürecinde oluşturulan kavramlar, insanın realiteye dönük bakış açısını da belirleyecektir. Bu bakış açısına göre, bilinçli bilgi depolama faaliyeti, realitenin sadece belli alanlarının ve daha dikkatle gözlenmesini mümkün kılacaktır. Bu suretle edinilen bilgi, bakış açısının kaçınılmaz etkisi altında gerçekleşecektir, çünkü gözlem sonucu beyne yüklenen ham bilgi, işlenirken, bakış açısına göre tasnif edilecektir ki asıl bilgilenme süreci de budur. İşte burada, bütünsel bir felsefenin etkisi altında bilgilenme faaliyeti son derece büyük bir önem taşır. Böyle bütünsel bir bakış açısına sahip olan insan, ham bilgiyi işlerken, bu bakış açısının etkisi ile tasnif eder, değerlerini buna göre oluşturur ve yaşamını bu felsefe doğrultusunda yönetir. Bu bakış açısı ve bütünsel felsefe, insana, düşüncelerini yönetme imkânı sağlar. Düşüncelerini yönetebilen, yani enerji formunun hareketini yönlendirebilen insan, duygularını ve hayat hissini de kontrol edebilen insandır.
Sadece buraya kadar yapılan açıklama bile, bilinçli bilgi edinme faaliyetinin, içe dönük olduğunu ortaya koymaktadır: Dış dünya ile yapılan sürekli enerji ve buna bağlı bilgi alışverişi sonucunda, bilerek ya da istem dışı bir şekilde beyin hücrelerine depolanmış olan ham bilginin işlenmesi, bu hücre grupları arasındaki biyoelektrik enerji akışını kontrol edip, yönlendirebilmekten geçer.

Bu yönlendirme faaliyeti ise insanın dışında, dış dünyada değil, içinde gerçekleşir. Bunun dışında, tüm evreni yöneten evrensel gelişme yasasına vakıf olmak, bir yandan beynin depoladığı ham bilginin işlenmesine ihtiyaç duyar, diğer yandan, zaten bilince sahip yüksek frekanslı yaşamsal enerji formunun rasyonel kullanımına. Ancak bu son önerme, inançla da ilgili olduğu için, tartışma konusu yapmanın gereği de yoktur, yararı da. Önemli olan, sadece beyne depolanmış ham bilginin işlenebilmesi anlamında bilgilenme sürecinin dahi, içe dönük olduğunun ortaya konmasıdır.

Özetlersek, beyin hücrelerine depolanan ham bilgi, karmakarışıktır. Her bir enerji paketi, ilişkili olduğu evren parçasıyla ilgili karmakarışık bilgiler yumağını da birlikte taşımakta ve bu bilgi yumağı, beyin hücrelerine ayırt edilmeden depolanmaktadır. Bunu ayırt etme ve işleme görevi, yaşamsal eneri formunun frekansının artırılabilmesiyle ve doğru yönlendirilmesiyle yerine getirilebilecektir. Bu sebeple, yaşamsal enerji formunun frekansı yükseldiği ölçüde, beyne depolanan ham bilgiden, evrensel gelişme yasalarının çıkartılması; evrenin her köşesinden gelen fotonların bıraktığı karmakarışık bilgi yumağının tam bir analizi ve böylece evrenin gerçekliğinin kavranması mümkündür.

Dolayısıyla, evreni kavramak, evrensel gelişme yasalarını tespit etmek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun (beyin enerjisi de denilebilir) frekansını dalga boyunu değiştirebilmeyi öğrenmek zorundadır. Bunu yapabildiği ölçüde, evrensel gerçekleri, dışarıdan değil, beyne depolanmış bilgi yumağından elde edebilecektir. Frekans değiştirebilmeyi öğrenmek ise içe dönük çalışmaları, düşünce yoğunlaştırma tekniklerini ve hepsinden önemlisi, negatif enerji kaynağı olan maddi bedenin isteklerinden uzaklaşıp, yüksek frekanslı bir enerji biçimi olan yaşamasal enerji formuna yaklaşmayı gerektirmektedir.

Mistik uygulamalar akıl dışı mıdır?Burada mistisizmin ve mistik faaliyetlerin sanıldığı gibi akıl dışı olmadığına dikkat çekmek gerekir. Tüm mistik felsefi akımların ortak yönü, dünyevi isteklere gem vurmak ve kendisi gibi ve kendisi kadar, diğer insanları da sevmekten geçer. Bu sonuca ulaşmak için önerilen ise yoğunlaşma yöntemleri uygulanmak suretiyle gerçekleştirilen bireysel deneyim teknikleridir. Bunların hemen tümünde, bu bireysel deneyimlerin yaşanabilmesi için, o ana kadar duyular yoluyla elde edilmiş her türlü bilginin dışlanması ve yok sayılması gerekli görülür.

Gerçek bilginin, duyular yoluyla değil, içe dönerek, iç dünyada bütünleşerek elde edilebileceği kabul edilir. İşte bu yönüyle mistisizmin akıl dışı olduğu, akla hücum ettiği, cahilleşmeyi hedeflediği ileri sürülmektedir. Ancak, mevcut bilginin tamamen dışlanması zaten mümkün değildir. Sadece bir başka bütünsel bakış açısına göre bilgi yeniden sınıflandırılabilir, ham bilgi yok edilemez ama bakış açısı ve tasnifi değişebilir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut bilginin dışlanması ilkesi, sadece tasnifin yeniden yapılması, kavramların bu bakış açısına göre yenilenmesi anlamı taşımaktadır. Bu faaliyet de elbette beyin hücreleri arasındaki enerji akışının kontrolü sayesinde yapılacaktır. Yani dış dünyadan duyular yoluyla alınan ham bilginin, yeni bakış açısına göre yeniden işlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla, mistik öğreti tersini ileri sürse de, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin tamamen devre dışı bırakılması, silinmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Üstelik bu faaliyette, zekânın dışlandığı da kabul edilemez, çünkü insan, yeni bakış açısına göre tasnifi, yine bu yeteneği sayesinde yapacaktır.
Bilginin içe dönerek edinilmesi süreci ise yukarıda açıklandığı gibi, akıl dışı bir davranış değildir.

Tekrar edelim ki, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilgiyi işlemek için, bu hücre gruplarına erişmek, beyin enerjisini (buna biyoelektrik enerji de denebilir, kullanmayı tercih ettiğim kavram, “yaşamsal enerji forum”dur), bu bağlantıları kuracak şekilde yönetmek gerekmektedir. Bu yöntemlerin keşfi ise doğal olarak içe dönük bir çalışmayla mümkündür. O halde, mistisizmin, bilgi edinme aracı olarak içe dönük çalışmayı öngörmesi, akıl dışı bir davranış değildir. Elbette mistisizm, içe dönük çalışmayı, sadece, hatta belki de hiçbir zaman, beyin hücrelerine yüklenmiş ham bilginin işlenmesi maksadıyla önermemektedir. Mistik öğretinin bu önermedeki asıl amacı, tanrısal olan, bütünsel ve mutlak bilgiye ulaşmaktır. Benliği yenmek suretiyle, tanrısal öz ile aradaki engellerin kaldırılmasıdır asıl amaç. Ancak felsefi bir tartışmada, inancı referans gösterme imkânı bulunmadığı için, akılcılık değerlendirmesini, bu asıl maksada göre değil, uygulanan yöntemin gerçek niteliğine göre yapmak daha doğru olacaktır.

Bu yönüyle bakıldığında ise, içe dönük çalışmaların tümü, ham bilginin, farklı bir bakış açısına göre yeniden işlenmesini sağlamaya yöneliktir. Böyle olduğu için de akıl dışı değildir. Sonuçta yeni, düşünme, düşünceyi yönlendirme ya da yönetme, bilgiyi yeniden tasnif etme yöntemleri araştırılmakta ve uygulanmaktadır.

Kişisel deneyim adı altında uygulanan yöntemler, düşüncenin yoğunlaştırılmasını sağlamaktadır. Düşüncenin yoğunlaştırılabilmesi ise, biyoelektrik enerji akışını yönetme imkânı sağlamaktadır. Böylece bu uygulamalar, dayandıkları felsefi temel tersini ileri sürse de, beynin ve onun türevi zekânın en etkili kullanım yollarını hayata geçirmektedir.

Mistisizmde öngörülen bütünsel bakış açısı ise hiçbir şekilde insanın kendisini kurban etmesi temelinden yükselmemektedir. İnsanın nefsini yenmeye çalışması, kendisini yok etmesi demek değildir. Başkasını sevmek, başkası için çalışmak, kendisini feda etmek değildir. Mistik bakış açısı, evreni bütünsel olarak görebilmeye yöneliktir ve buna göre her şey, tanrısal özün bir tezahür biçiminden ibarettir. Buna kişinin kendisi de dâhildir. Burada temel alınan görüş, başkasını da kendisi gibi görebilmektir; başkasını da kendisi gibi sevebilmektir; yaratığı, yaratandan ötürü sevebilmektir.

Bunun için kendisini sevmekten vazgeçmek, kendini feda ya da kurban etmek gerekmez. Çünkü kendisi de yaratanın bir tezahür biçimidir. Bunlar, savunma amaçlı olarak yazılmamıştır. Ya da amaç, tanrısal özün varlığını tartışmak, mistik felsefinin doğruluğunu ispatlamak değildir. Amaç, mistik inanışa göre dahi, kendini kurban etme gerekliliğinin bulunmadığını ortaya koymaktır. Üstelik kendini dünyanın merkezine koyan düşünceye nispetle, başkası için çalışabilmeyi, başkasını kendisi gibi sevebilmeyi öğütleyen düşünce, çok daha rasyoneldir. Çünkü iş güç, emek ve bilgi paylaşımı, gönüllülük esasına göre gerçekleştirilebildiği takdirde, üretim, bilim, teknoloji artışı çok daha hızlı gelişir ve bu, ortak refahın artması, insanın kendisinin de çok daha iyi koşullarda yaşaması anlamına gelmektedir.

Oysa insan, dünyanın merkezine kendisini koyduğu takdirde, bu tüm insanlık için geçerli bir ilke olacağına göre, iş bölümü, dayatma esasına göre kurulur ve bu, ciddi bir kaynak israfı anlamı taşır. Çünkü bu düşünceye göre, insanın çevresindeki her şey ve diğer insanların iş gücü de, onun istifadesine sunulmuş araçlardır. Herkes karşısındakine böyle baktığı sürece, güçlü olan, diğerine işini dayatabilir, güçsüz olan ise iş bölümüne mecburen riayet eder. Bu sistemde, güçlü olan toplumsal sınıflar, üretim ağının dışında, paylaşım ağının içinde yer alır ve işte bu olgu, ciddi bir kayna israfına sebebiyet verir.

Son olarak, tüm dinler için en dogmatik inanç sistemlerini esnekleştiren, bireysel deneyime verdiği önemle, kişisel özgürlük alanını geliştiren mistisizmdir ve bunun, tarihsel bağlamı dışında değerlendirilmesi de yanlıştır.
Av. M.
DEVAMINI OKU..

KUANTUMUN TEMEL İLKELERİ

Lord Kelvin, XIX. yy.’in sonuna doğru fiziğin hemen hemen tamamlandığı görüşündedir. Ona göre yalnızca ısı ve ışık kuramı üzerine bazı bilinmeyenler vardı. Fakat H. Hertz'in 1887'de keşfettiği "fotoelektrik etki ve ısı kuramı" ile gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzluklar baş gösteriyordu. İşin ilginç yanı, bilim adamlarının; pek önemsemediği bir konunun, tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlamasıydı. 

Alman Ağırlıklar ve Ölçüler Enstitüsü, yeni elektrik lambaları için bir ölçek ararken, fizikçi W. Wien'den bir "kara cisim'in sıcaklığıyla, onun yaydığı ışınlar arasındaki bağıntıyı belirlemesini istedi. Bilindiği üzere ısıtılan cisimler ısırdı. Sözgelimi bir bakır parçası morötesi ışınları yaymadan önce ilkin kızaracak, sonra akkor hale gelecektir. Bu aşamada cismin yaydığı maksimum enerjili ışınlar mora kayacaktır. 

1900'da Berlin Üniversitesi profesörlerinden M. Planck bu problemi kuram yoluyla çözmeye çalışırken olanlar oldu. Planck'a göre kara cisim füzerine gelen bütün ışık, elektromagnetik dalgaları yutarak büyük enerjilere sahip olabilen cisim) ışıması-soğurması denen bu problem, gözlem ve deneylerle ancak şu şartta uyuşuyordu: Kara cisme ulaşan ya da ondan yayılan ışınların sürekli değil; aralıklı, kesik kesik enerji paketleri şeklinde olması gerekir. 

Bu ifade açıkçası, klasik fizikte hep sürekli bir büyüklük olarak algılanan ve böylece işlemlere sokulan enerjinin aslında parçalı da olabileceğini söylüyordu. Bundan dolayı yeni bulguya "miktar parça" anlamında "kuantum" denildi. 

Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu kabul etmek için klasik bilim anlayışını bir tarafa bırakmak gerekliydi. Bu nedenle, Planck bu varsayımı gönülsüz olarak ortaya koydu ve hesap hatasının söz konusu olabileceğini vurguladı. 

Teorinin Tarihsel Gelişimi 

Planck'ın bulgusundan 5 yıl sonra A.Einstein fotoelektrik etki olarak bilinen fizik olayını açıkladı ve Nobel ödülünü almaya da hak kazandı. Einstein'e göre ışıklı parçacıklar, frekanslarıyla orantılı olarak enerji taşır ve bu enerji metallerin elektronlarına aktarılabilirdi. Böylece vakum ortamda, ışık yoluyla metalden kolayca elektron sökülebilir, elektrik akımı iletilebilirdi. Işığın C.Huygens'den beri bilinen dalga yapısı bu olayı açıklayamazdı. Çünkü çok kısa bir sürede, ışığın frekansının büyüklüğüne bağlı olarak metalden elektron sökülmesi ancak ışığın tanecik şeklinde düşünülmesiyle mümkündü. Planck haklı çıkmıştı, kesikli büyüklükler (kuantlar) görüşü anlam kazanıyor, bilim adamları mikroskobik olayları düşünürken bu çözüm ihtimalini de göz önünde tutuyorlardı. 

1906'da, E.Rutherford atomun yapısının araştırılması amacıyla yaptığı deneylerde, atomun Güneş Sistemi benzeri bir yapıda olduğunu ve merkezde (+) artı yüklü bir çekirdekle bu çekirdeği çevreleyen (-) eksi yüklü elektronlardan oluştuğunu ortaya koydu. Fakat bu şekilde açıklanmış bir atomda elektronların hareketi, klasik hareket denklemleriyle incelendiğinde ortaya çelişki çıkıyordu. Çünkü bu durumda çekirdeğin çevresinde dolanan bir elektron, eninde sonunda çekirdeğe düşmeliydi. Bu doğruysa ne dünyanın ne de evrenin var olmaması gerekiyordu. Ortada, atom kalmıyordu. Bu sorunun üstesinden Danimarkalı genç bilim adamı N.Bohr geldi. Bohr elektronlar için atom çekirdeği etrafında belirli çembersel yörüngeler öngörüyordu. Bundan hareketle, açısal momentumun kuantalı, büyüklük olduğunu belirtiyor; Planck sabitinin (h), 2 pi'ye bölümünün tam katları şeklinde yörüngeler düşünüyordu. Kararlı yörüngedeki elektron bu yörüngeyi ancak enerji vererek ya da enerji alarak terk edebilirdi. Bu geçişlerde enerjisi "hf" ile verilen fotonlar ışınıyor ya da soğuruluyordu. Bu ifade de fotoelektrik olaydaki gibi kuantalı enerjiyi öngörüyordu, (h: planck sabiti; f: ışığın frekansı) Okullarımızda, geçerli atom teorisi olarak işlenen, Bohr'un bu bulgusu da kuantumluluk tezini destekliyordu. 

Bohr'un atom teorisinin sonraları hidrojen ve hidrojen benzeri (son yörüngesinde bir elektron taşıyan) sistemler için geçerli olduğu gözlendi. Fizikçiler artık atomik düzeydeki yapıları açıklayabilmek için tek çıkar yol olarak kuantum teorisini kullanmaya devam ettiler. Dolayısıyla teorinin ana çatısı atomik yapıların gün ışığına çıkmasıyla oluşuyordu. 

Atom teorisiyle alakalı bu gelişmeler sürerken 1922'de Amerikalı fizikçi H.Comptom, X ışınları üzerine yaptığı incelemelerde; "hf" enerjili olarak düşünülen fotonların serbest elektronlara çarptırılmasıyla bu ışınların "hf/c momentumlu olarak elektronlarla etkileştiğini gözlemledi. Bununla da kalmayarak, çarpışmadan sonra açığa çıkan ışının frekansının daha küçük olduğunu tespit etti. Bu deney şunu kesin bir şekilde belirtiyordu ki mikroskobik sistemlerde kesikli paketçik yapıda çizgisel momentum öngörülebiliyordu. Bu da kuantumluluk hipotezine bir doğrulama getirmiş, teorinin tanımı genişlemiştir. 

Almanya'da Göttingen Üniversitesi'nde araştırmacı olan W. Heissenberg, hocası M.Born ve arkadaşı P. Jordan ile birlikte çok elektronlu atomların açıklanması bağlamında "matris mekaniği" teorisini ortaya attı. Yine, 1923'de Paris Üniversitesi'ne verdiği doktora teziyle L. de Broglie, Heissenberg'in fikirlerini de destekleyerek yeni bir atom anlayışı gündeme getirdi: Elektronlar bir tanecik olarak değil fakat dalga olarak yorumlanmalıydı. Böylece, çekirdeğin çevresinde dolanan her tam dalga ancak belli bir yörüngeye rastgeliyor ve neden elektronların belirli yörüngelerde dolandığı bütünüyle açığa çıkıyordu. Bohr'un farkında olmadan, sezgisiyle teorisinde söz ettiği belirli yörüngeler çıkarımı böylece doğrulanmış oluyordu. Bu durumda enerjinin kuantumlu olmasına ek olarak çizgisel momentum gibi açısal momentumun da kuantumlu bir büyüklük olabileceği resmen ispatlanıyordu. 

1926'da E.Schrödinger, de Broglie tarafından yorumlanan dalga teorisini tanımlayan dalga denklemini makaleler halinde açıkladı. Fizikte, bir kuramın anlaşılabilirliği, gözlenebilirliği ve uygulanabilirliği çok önemlidir. Bu nitelikleri taşıyan dalga denklemi ve dalga görüşü fizikçiler arasında çok çabuk kabul gördü. Fakat bir yandan da nasıl olup bu dalgaların tanecik gibi, Geiger sayacında tıklamalar oluşturduğu bir sorundu. Bohr, bu problemi elektronların dalga şeklinde nitelendirilmesinin ancak soyut olarak geçerli olabileceği fikrini ortaya atarak, çalışmalarda gerektiğinde dalga özelliğinin gerektiğinde de tanecik özelliğinin kullanılması gerektiğinin altını çizerek çözümledi. 

Kuantum Teorisinin Felsefesi 

Ünlü kuramcı Bohr, "Kuantum teorisiyle şok olmayan kimse, onu anlamamıştır" der. Gerçekten de matematiksel olarak açık bir şekilde ifade edilmesine karşın bu teorinin felsefi alanda yorumlanması ve oluşturduğu problemlerin çözümlenmesi bir hayli zor görülüyor. 

Kuantum teorisi bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirmiştir. Şimdi, bu yenilikleri görebilmek için klasik ve kuantumlu anlayışın belli başlı özelliklerini ortaya koyalım. Öncelikle klasik fiziğin felsefi dayanaklarına bakarsak:

1) Klasik fizikte, bir cismin hızı, ivmesi, enerji ifadeleri gibi tüm nicelikler cismin konumunun zamana göre diferansiyelleri ile ifade edilir. 

2) Yukarıda sözü edilen momentum, enerji gibi fiziksel büyüklüklerin bütün olarak ele alındığı görülür. 

3) İrdelenen olaylar belli bir kesinlik, belirlilik taşır ve istenilen doğrulukta ve aynı anda bütün fiziksel büyüklükler ölçülebilir. 

4) Evrenin geçmişinde oluşan olaylar incelenerek, geleceğe ilişkin bir yordama yapılabilir. Sözgelimi, Jüpiter Gezegeni şu zamanda, yörüngesinin şurasında ve bize bu kadar uzaklıkta olacaktır, denilebilir. Gözlem ve deneylerde küçük hatalar çıkabilme olasılığına karşın tahminlerimiz büyük ölçüde doğrulanır. 

5) Klasik fizik ile incelenen her sistem ya da olay birbirinden bağımsız olarak düşünülür; bu sistemi oluşturan ve birbiri ile iletişim olanağı bulunmayan varlıklar bütünüyle ayrı olarak ele alınır. 

6) Klasik olarak incelenen olay, gözlemci ve kullanılan deney aleti ile değişiklik göstermez.

Kuantum görüşünün kabul edilen temel olguları ise: 

a) Olayların incelenmesinde kompleks yapıda ve bir olasılık denklemi olan Schrödinger dalga denklemi kullanılır. Bu denklemdeki dalga fonksiyonu bulunup işlemlerde yerine konarak, konum, momentum ve diğer nicelikler elde edilir. 

b) Fiziksel nicelikler kesikli parçalı yapıda ele alınır. 

c) Kuantum teorisi fiziğe kuşku götürmez bir biçimde belirsizlik (indeterminizm) olgusunu sokmuştur. 

d) Parçacıklar söz konusu olduğunda her büyüklük olasılıklarla belirlenir ve gelecekle ilgili tahminler olasılıklara dayanarak yapılabilir. Örneğin ışığın yapı taşı olan fotonların, uzayda bir yerde bulunması ancak olasılıklarla belirlenir. 

e) Birbiriyle hiç iletişim olanağı bulunmayan iki varlık arasında "bağlılaşım-correlation" görülebilir. Örneğin aynı kaynaktan çıkan fotonların karşıt doğrultularda göstermiş olduğu davranışları, birbiri ile uyuşum halindedir. 

f) Kuantumda; gözlemci, gözlenen ve gözlem aleti birbiriyle bir bütünlük oluşturur. Bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez. 

Görüldüğü gibi klasik fizik ile kuantumcu düşünce birbirinden birçok noktada farklılık gösterir. Bu farklılıklar ayrıntılı olarak göz önüne alındığında şu yorumlar yapılabilir: 

Kuantum teorisinin önemli buluşlarından birisi belirsizlik bağıntısıdır. 1927'de Heisenberg tarafından ortaya konulan bu bağıntıya göre mikro boyutta tanımlı bir parçacığın, eş zamanlı olarak konum ve momentumunun tespit edilmesi en az Planck sabit (h) kadar bir hata içerir. Aynı olgu eşzamanlı olarak, parçacığın enerjisi ile bu enerjiyi taşıdığı zaman için de söz konusudur. Örneğin bir elektronun bulunduğu uzayda konumunun tespiti için, elektronun üstüne büyük frekansta ışık göndermeliyiz. Aksi halde elektronu gözlemleyemeyiz. Bu durumda yüksek frekanslı ışık elektronun konumunu belirler. Ancak elektrona bir hız verir. Dolayısıyla konumun belirlenmesiyle beraber parçacığın hızını ve momentumunu yitirmiş oluruz. Tersi olarak; elektronun momentumunu belirlemek için küçük frekanslı ışık kullanırız, bu durumda da konum belirlenemez. 

İkinci önemli bulgu da "dalga/parçacık dualitesi”dir. Huygens'ten beri ışığın kırınım ve girişim yaptığı biliniyordu. Örneğin ışık Young deneyi düzeneğinden geçirilirse karşıdaki ekranda aydınlık-karanlık noktalar oluşur. Yani girişim yapar. Yine yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılandığı görülür. Bu gibi olayların hepsi ancak dalga modeliyle açıklanabilir. Einstein'ın fotoelektrik olayını açıklamasından sonra ışığın parçacıklı yapıda olması gerektiği bulundu. Yine ışığın cisimler üzerine uyguladığı anlık basınçlar ve Geiger sayacında göstermiş olduğu etkiler bunu destekler. Sonunda Bohr, "Işığın dalgacık mı tanecik mi olduğunu belirlenmesi ancak gözlemcinin sorduğu soruya göre cevaplanabilir" diyerek gözlemcinin de vazgeçilmez biçimde teoride yerini alması gerektiğini belirtir. 

Amerikalı J.Davisson ve L.Germer adlı bilim adamları elektronların da hızlı olarak bir kristal katıya çarptırıldıklarında dalga özelliği gösterebileceğini buldular. Böylece düalite yalnızca ışık (elektromagnetik dalga) için geçerli değil aynı zamanda maddesel parçacıklar için de geçerliydi. Bu da Broglie'ın öne sürdüğü elektronlar için dalga yapısının deneysel bir ispatıydı, aynı zamanda Kuantum teorisindeki düaliteyi, 1915'te, X ışınlarıyla yaptığı çalışmalarından dolayı Nobel ödülü alan V.Bragg şöyle belirtiyordu. "Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri parçacık kuramını; Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri dalga kuramını öğretiyorum." 

Diğer önemli yenilik ise olasılık kavramıdır. Bir parçacığın bir uzay bölgesinde bulunması ancak olasılıklarla bellidir. Parçacığın konumu için kesin koordinatlar verilemez. Born bu düşünceden hareketle Schrödinger'in ortaya attığı dalga fonksiyonunu yorumlamış ve bu kompleks fonksiyon için, uzayda bir noktada belli bir anda hesaplanan dalganın genliğinin karesinin, parçacığın o noktada o anda bulunması olasılığını verdiğini belirtmiştir. 

Belirsizlik ilkesi, dualite, olasılık tanımı ve gözlemci-gözlenen bütünlüğü kuantum mekaniğine, Kopenhag yorumu olarak girmiştir ve tartışmalara rağmen hâlihazırda kuantum teorisinin en etkin yorumu olarak karşımıza çıkar. Kuantum felsefesinin sorunlarına bakıldığında önemli tartışmaların temelde, Young deneyinin yorumlanmasından kaynaklandığı görülür. Bilim adamları, fotonların iki ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaktadırlar. 

Bohr ve Kopenhag ekolü savunucuları fotonların, iki ayrı delikten geçmelerini iki ayrı dünyada hareketleri olarak düşünüyor. Onlara göre girişim bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Dolayısıyla sonuçta her iki dünyanın hakiki bir melezi oluşur. Başta Einstein olmak üzere pek çok fizikçiye bu melez-bütünleyici dünya yorumu pek sıcak gelmedi. 1935'te "Schrödinger Kedisi" yorumu ortaya atıldı. Bu görüşe göre her an zehirlenmesi tehlikesi olan bir kedi kapalı bir kutudadır. Gözlemciye göre bu kedi her an ölü ya da diri bir halde bulunmalı, iki ayrı olasılık eşit olarak göz önünde tutulmalıdır. Bu aynı zamanda Young deneyinin iki ayrı delikle oluşturulan farklı dünyalarına benzer. Farklı nokta ise; kedinin ölü ya da diri olduğunu kesin belirleyene kadar kedinin iki durumunun da yan yana bulunduğunun öne sürülmesidir. Yani kedi, yarı canlı-yarı ölüdür, aynı zamanda. 

Başka bir yorum da Everett'ten 1957'de gelir. Ona göre, birçok gözlenemez paralel evren mevcuttu. Bunlara Everett, "alternatif kuantum dünyaları" diyordu. Bütün olaylar bu dünyaların birinde, olasılıkların hepsi gerçekleşecek biçimde olmaktadır. Sonuçta bütün olasılıklar evrende varoluyordu. Zaman ilerledikçe daha pek çok yorum ortaya atıldı. Bunların içinde Wigner Gellmann, Bohm, Penrose gibi fizikçilerin yorumlarını saymak mümkün. 

Kuantum ve Bilim

Kuantum teorisinin ortaya koyduğu yeniliklere göre klasik fizikten farklı olarak doğanın bir bütünlük içinde ele alınması gerektiği belirtilir. Özellikle gözlemcinin ve gözlenenin birbirini bütünleyici unsurlar olarak nitelendirilmesi fotonların, elektronların ve diğer parçacıkların birbirine bağımlı hareket etmeleri bu bütünlüğü ortaya koymaktadır. 

Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze gelene kadarki sürecine bakıldığında bu teorinin, fiziğin uygulamalı bir dalı olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel esasları ortaya konabilmiştir. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen, zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme gidilememiştir. Felsefi çatıdaki eksikliklere rağmen, kuantum teorisinin varlığıyla lazer, elektron mikroskobu, transistor gibi çok kullanışlı ve insanlığın bilimsel teknolojik ilerlemesine ışık tutabilecek araçlar elde edilebilmiştir. Yine atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların mekanik ve ısıma özellikleri gibi fenomenler bir çırpıda açıklanmıştır. 
DEVAMINI OKU..