Freud'un Ruhbilime Katkıları Nelerdir?
Freud, günlük yaşamımızda benimsediğimiz, duraksamadan kullandığımız
pek çok ruhbilimsel kavramı ilk kez telaffuz eden bilim
adamıdır.Zihinsel işleyişi ilk defa sistematik biçimde ciddiyetle ele
almış çalışma sahasını psikolojik rahatsızlıklarla sınırlamamış,
zihnin normal işleyiş biçimine dair de etkileyici teoriler ileri
sürmüştür.
I.Nevrotik rahatsızlıkların anlaşılması ve hastaların kişiliklerine yönelik olumsuz görüşlerin değişmesi
Freud, psikolojik
rahatsızlıklar arasında (zamanında yaygın bir sorun olarak görülen)
başta histeri olmak üzere nevrotik rahatsızlıkları kendisine konu
olarak seçmiştir.Bunlar “konversiyon histerisi”,”fobiler”,”takıntı
zorlantı bozukluğu”,”ket vurmalar sonucu gelişen iktidarsızlık”,”sadizm
ve mazoşizm gibi cinsel sapkınlıklar” birinci dünya savaşında sık
görülen ve o dönem ”asker kalbi” adıyla geçen “travma sonrası stres
bozukluğu”,”genel kaygı-endişe rahatsızlığı” ,”agorofobi ile birlikte
panik atak” gibi rahatsızlıklardır.Freud’un az da olsa “paranoya ve
paranoid şizofreni” ile ilgili çalışmaları da bulunmaktadır.
Freud öncesinde bu
tür psikolojik rahatsızlıklar bir tür kapris veya kişilik
yetersizliği,irade zafiyeti yahut sinirsel yozlaşma(degenerasyon) gibi
görülüyor ve gereken ehemmiyet verilmiyordu.Freud bu tür
rahatsızlıkların pozitif bilimlerce ele alınmaya değer tıpkı diğer
tıbbi rahatsızlıklar türünden rahatsızlıklar olduğunu ortaya koyarak
hastaların kişiliklerine yönelik olumsuz ve aşağılayıcı geleneksel
bakış açısını değiştirmiş,hastalara kişilik düzeyinde itibarlarını iade
etmiştir.Freud’dan sonra bu kişiler için bir şeyler yapılabileceği,bu
kişilerin aşağılanmaya ve hor görülmeye değil yardıma ihtiyacı olduğu
kabul edilmeye başlanmıştır.
II.Sağlıklı kişilerde bilinçdışı ruhsal etkinliğin mevcudiyetinin idraki ve düşlerin anlamlı olduğunun anlaşılması
Freud’un zihnin
olağan işleyişine dair yaptığı belki en önemli katkıyı “bilinçdışı”
fikrini ortaya atması olarak niteleyebiliriz. Bilinçdışı daha önce
kullanılmamış bir tabir değildir.Bilinçten bahsedildiği zamandan
itibaren bilinçdışından da bahsedildiğini söylemek mümkündür.Antik
çağdan bu yana Sheakespeare gibi yazarlardan Spinoza
Nietzche,Schopenhauer’a kadar kimi düşünürlerce bilinçdışı söz konusu
edilmiştir.
Ancak bunu sağlıklı
insanların bilinçli yanına müdahale edebilen,psikolojik
rahatsızlıklarda önemli bir etken olarak devreye giren
–metafizik/dinsel bağlantısı olmayan,cinlerle şeytanlarla ilgisi
bulunmayan- seküler bir kavram olarak ilk kullanan Freud’dur.Freud,
histeri sağaltımı ile uğraştığı bir dönem boyunca hipnoza
başvurmuştu.Gerek hipnoz edilen sujenin o esnada kendisine verilen
telkini uyandıktan sonra bilincinde olmamasına rağmen yerine getirmesi
gerekse meslektaşı Dr.Breuer’in histerinin kökeninde yaşanmış ama
“unutulmuş-ruhta iz bırakmış bir yaralanmanın” olduğu düşüncesi Freud’u
bilinçdışı fikrine yöneltti.
Bilinçdışı ruhsal
etkinlik Freud’un tüm görüşlerinin merkezine oturur.Bu doğrudan
gözlenemeyen ancak “davranışsal-klinik” sonuçları ile bilinebilen bir
etkinliktir.1900 yılında yayınlanan “Düşlerin Yorumu” eseri ile Freud
düşlerin bilinçdışına açılan “kral yolu” olduğunu dile getirmişti.
Düşler, bilinçli
iken aklımıza getirmediğimiz pek çok unutulmuş(bastırılmış) materyalin
ortaya çıktığı ,duygu ve davranışlarımızın –ve pek tabi ruhsal
rahatsızlıkların-altında yatan “arzuların-korkuların-ilk bakışta fark
edilmeyen bağlantıların” kendisini gösterdiği bir zihinsel etkinliğin
ürünüydü.
Bu bakış açısı
düşleri ruhun bedenden ayrılarak metafizik dünya ile bağlantı kurduğu
ve gaipten haber verdiği veya tamamen tersine düşlerin hiçbir anlam
taşımadığı şeklindeki geleneksel bakış açılarından tamamen farklı bir
yaklaşımdı.
Freud,düşlerin bir
görünür içeriği bir de gizli içeriği olduğunu ileri sürdü.Bu iki
içeriği birbirinden farklılaştıran bir “düş işlemcisi” idi.Görünür
içerik yakın zamanda yaşanmış olayları konu ediniyor ancak
yorumlandığında ortaya çıkacak bastırılmış gizli içerik ile bağlantılı
simgeler içeriyordu.
III.Psikanaliz metodu:Serbest çağrışım,direnç,aktarım,yorum,içgörü gibi kavramların anlaşılması
Psikanaliz, kişinin
egosu tarafından kabul edilemez bulunarak zihnin bilinçdışı bölümüne
bastırılmış ancak gücünü tümüyle yitirmeyerek bulunduğu yerden bilince
çıkmaya yeltenen düşünce içeriğini bilinç sahasına çıkarmayı
hedefliyordu.
Bunun için serbest
çağrışım yöntemini kullanıyordu.Serbest çağrışım bireyin hekime
düşüncelerine hiçbir sansür uygulamamaya söz vererek kendisini
açmasıydı.Konuşma esnasında söz nereye gidiyorsa hasta
çekinmemeli,sözlerine devam etmeliydi.Böylece çağrışım normal şartlarda
çok az bağlantı kurulabilecek bilinç katmanının hemen altında uzanan
bilinç öncesi ya da bilinçaltı bölüme kadar uzanabiliyordu.Düşler ve dil
sürçmeleri gibi diğer bilinçdışı zihnin ürünleri de serbest çağrışıma
bırakıldığında bilinçaltı düşüncelere erişmek mümkün oluyordu.
Psikanaliz esnasında direnç ve aktarım olguları ile karşılaşılmaktaydı.Direnç günlük dilde dahi kullanabildiğimiz bir kavram haline dönüşmüştür.Bu sözcükle kişinin, bilinçli davranmasa da hoşuna gitmeyen-ona sıkıntı veren meseleden uzaklaşması kastedilir.Serbest çağrışım esnasında da hasta kimi yerlerde duraklıyor,konuyu unutuyor veya sıkılarak kapatmak istiyordu.Bu direnç anları, çağrışım esnasında bastırılmış materyale yaklaşılmasından ileri gelen anksiyeteden (kaygıdan) kaynaklanmaktaydı.Kabul edilemeyen-bastırılmış düşüncenin ortaya çıkma ihtimali ego’yu rahatsız ediyordu.Dirençlerin yorumlanması ve çözülmesi psikanalizin ilerlemesi için lüzumluydu.
Psikanaliz esnasında direnç ve aktarım olguları ile karşılaşılmaktaydı.Direnç günlük dilde dahi kullanabildiğimiz bir kavram haline dönüşmüştür.Bu sözcükle kişinin, bilinçli davranmasa da hoşuna gitmeyen-ona sıkıntı veren meseleden uzaklaşması kastedilir.Serbest çağrışım esnasında da hasta kimi yerlerde duraklıyor,konuyu unutuyor veya sıkılarak kapatmak istiyordu.Bu direnç anları, çağrışım esnasında bastırılmış materyale yaklaşılmasından ileri gelen anksiyeteden (kaygıdan) kaynaklanmaktaydı.Kabul edilemeyen-bastırılmış düşüncenin ortaya çıkma ihtimali ego’yu rahatsız ediyordu.Dirençlerin yorumlanması ve çözülmesi psikanalizin ilerlemesi için lüzumluydu.
Aktarım ise
psikanalizde önemli olduğu kadar ,modern hayat içerisinde
geliştirdiğimiz sosyal ilişkilerde de önemli işleve sahip bir kavram
olarak öne çıkıyor.Psikanalizde aktarım hastanın hayatındaki önemli
kişileri ve özellikle otorite figürlerini terapistine yansıtması ve
onlarla kurduğu ilişkinin bir benzerini terapisti ile kurması ile
ilgilidir.Bu olguyu hastalarıyla ilişkilerinde fark eden Freud aktarım
adını vermişti.Aktarım eğer hastanın nevrozunun kaynağındaki ilişki
biçimlerini yansıtır biçimde terapiste yöneltilirse “aktarım
nevrozu”ndan söz edilyordu.Aktarım nevrozu psikanalizde faydalı bir
enstrüman olarak kullanılır.Bu nevroz geliştikten sonra ancak
yorumlanabilir ve hastanın bu konuda bir içgörüye ulaşması
sağlanabilir.
İçgörü kavramının
ise hastanın rahatsızlığının kökeninde yatan çatışmalarla ilgili bir
anlayış kazanması ile ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.Bu anlayışın
izaha dayanan bir yönü olduğu kadar duygusal bir komponenti de
olmalıdır.Yani hasta anlayışa kavuştuğu mesele üzerinde olayın neliği
kadar nasıl hissettirdiği konusunda da aydınlanmalıdır.Psikanalizde
sadece mantıksal çıkarımlara dayanan ve duygusal olarak hissedilmeyen
içgörüler yüzeysel ve geçici karakterde olur.Kişiliğe nüfuz edemez ve
değişimi başlatamaz.
IV.Çocuk cinselliği ,Odipus kompleksi ve Psikoseksüel gelişim dönemleri
Freud öncesinde
çocukluğun cinsellikten uzak insanın en saf ve masum olduğu bir dönem
olarak görülüyordu. Oysa Freud ,çocukluk sırasında cinselliğin aktif
olarak(fantazi,rüya,masturbatuar aktiviteye eşlik eden düşlem)yaşandığı
bir dönem bulunduğunu ifade etti.Altı yaşına kadar süren bu aktif
dönemin sonunda,okul yaşamının başladığı gizil bir döneme erişiliyor ve
kültür tarafından hoş karşılanmaması nedeniyle bu dönemden itibaren
çocuğun cinsellikle ilişkili anılarını bastırmak zorunda kaldığını
söylüyordu.
Bu görüş büyük
tepki çekti ve Freud’un ahlaki değerlere saldırdığı, yaptığı
tartışmalar ile ilgilenecek kurumun akademik çevreler değil polis
teşkilatı olduğu dahi söylendi.Ancak geçen zaman Freud’u haklı
çıkardı.Bu gün çocukluk çağında mastürbatuar aktivite ve ona eşlik eden
düşlemler de,Odipus kompleksinin geçerliliği de yaygın kabul
görmektedir.
Psikoseksüel
gelişim dönemleri çocuğun ruhsal yapısının gelişiminde evresel olarak
erotejenik (haz veren) zonların değiştiği tezini ileri sürmektedir.Bu
zonlarla ve zonların işlevselliği ile ruhsal gelişim ve alışkanlıklar
arasında yakın bir ilişki olduğunu söyler Freud.Örneğin oral dönem
denilen yaşamın ilk yılı içerisinde ağzın (dil, dudak, diş ve
damakların) başlıca haz organı olduğu dönemde takılı kalan birey yaşam
boyunca bağımlı bir birey olacaktır.Annenin sütüne olduğu gibi
çevresinde önemli kişilerin sevgi ve onayına bağımlı olacaktır.Anal
dönem denilen organ hazzının “anüs” çevresine geçtiği dönemde ise
“sfinkter denetiminin” önemi ön plana çıkacaktır.Bu dönemde takılı
kalan veya nevrotik rahatsızlık esnasında gerileyen birisi dışkıyı
“tutma” ve “bırakma” konularında yaşadığı ikilemi yaşayacak ve bu
tutumun sosyal hayata yansıyan boyutunda kişi inatçı-pasif
agresif-takıntılı birisi haline dönüşebilecektir.Fallik dönemin ise
Odipus kompleksi ile ilişkisi vardır.Bu dönemde çocuk baba veya anne
ile yarışmacı karaktere bürünür.Erkek çocuk anneyi babadan kıskanır,kız
çocuk babayı anneden kıskanır.Kıskançlığa eşlik eden saldırgan
dürtüler baba ve annenin sevgisini kaybetmemek için bastırılır.Eğer
çocuk çok kışkırtılmamış ve kıskançlıkla aşırı yüklenmemiş ise bastırma
kolay olacaktır.Yarışmayı bırakan erkek çocuk baba ile kız çocuk ise
anne ile özdeşleşecektir.Ancak kıskançlık fazla ve özdeşleşme için
özdeşleşme için gerekli temas yoğunluğu ve süresi az ise Odipus
kompleksi tam çözümlenemez ve yaşam boyu etkisini gösterir.Erkek çocuk
baba figürlerine (otorite figürleri veya kendisi ile rekabet halinde
olan iş arkadaşları vb.) yarışmacı,kıskanç,hırslı olacaktır.Kız çocuk
ise annesine duyduğu hırsı ve kıskançlığı diğer rekabet halinde olan
kız arkadaşlarına yansıtacak,anne ile özdeşleşme problemli olduğundan
evlenme ve çocuk sahibi olma konularında çelişkili ve sıkıntılı
olacaktır.
V.İçsel suçluluk duygusunun kökeninin anlaşılması: Uygarlığın ve kültürün karşısında insanın ödediği bedel
Freud, son
yapıtlarında insanın içgüdüsel eğilimlerini sınırlayan ve onu
toplumsallaştıran kültür karşısında ödediği bedeli söz konusu etmiştir.
Medeniyet karşısında ödenen bu bedel nevrozdur. Toplumsal yapı
üstbenliğin şekillenmesini sağlayarak insanın dürtüsel hayatını
(saldırgan ve cinsel dürtüleri) baskı altında tutar. Bastırılan itkiler
ise bulundukları yerden bilince çıkmaya ve doyum bulmaya çalışırlar.
Bu itkileri bastırıldıkları yerde tutmak ciddi ölçüde ruhsal enerji
harcanmasına neden olur.
Suçluluk duygusuna
neden olan vicdan veya psikanalitik terminolojide geçen adı ile “süper
ego” dışşal bir otorite tarafından denetlenen suçları içsel bir
konumdan gözleyen otoritedir.Bu kültürel olgunun en beklenmedik
sonucu, gerçekten hayata geçen faaliyetlerin suç teşkil edebilmesi
yerine akıldan geçen fikirlerin dahi suç ilan
edilebilmesidir.Uygarlığın daimi bir sonucu insan ruhunda kendisine
özgü bir yer edinen ve zihnin kendi kendisini suçlamasına imkan veren
vicdanın eseri “suçluluk duyguları” olmuştur.İnsan ruhuna özgü bir
olgu kabul edilen “erotik-libidinal duygular ile birlikte saldırganlık
duyguları” vicdan tarafından her daim kontrol edilen ve faturası ego’ya
kesilen olgulardır.
Pişmanlık,suçluluk
ve keder bu perspektifte uygar insana özgü duygulardır.Ve bu duygular
insanın doğayı fetheden,boyun eğdiren kolektif çabasının bir yan ürünü
olarak kabul edilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder